9 Ocak 2011 Pazar

İlişkiler kendi kendilerine 40-50 yıl sürmezler, yatırım yapmanız gerekir. Aynı borsada kağıtlarınız varmış gibi, iniş ve çıkışları takip edip, aksiyon almalısınız. Değeri düşen şeylerı atıp, değeri yükselen şeyleri alıp ilişkinize koymalısınız hem de her gün... İşte böyle servet yapabilirsiniz sevgi ve ilişkide...
Hayat puzlle'a benzer... Yaşadığın her olay, küçük ve birbirine giren parçalarını oluşturur hayatın... Eline aldığın parça uymuyorsa o an için baktığın ya da resmi tamamlamaya calıştığın yere, dert etme... Ama parçayı(olayı) elinden bıraktığnda, sakın unutma onu bir kenarda, çünkü resmin geri kalaninda mutlaka ait olacağı bir yer çıkacaktır.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Oku Rabbi'nin ayetlerini, çıkar at gözlüğünü, yoksa seni de keserler, atlar da caizdir unutma, geviş getirirler.

İbrahim'e gönderilen koyun, onun oğlunu kesmekten vazgeçtiğinde, bu kadar inançla konsantre olduğu eylemi bir şekilde tamamlayıp, nefsini köreltmesi içindi. Yoksa insan bu kadar inançla ne yapıp edip bu eylemi gerçekleştirebilirdi.Ona gönderilen koyunu kesmesini emrederek nefsini körelltti Rabbi onun.... Yemesi ve dağıtması için etini gönderilmedi o koyun. "Düşünesiniz diye öğüt veriyorum" der Rabbin sana ey cahil cühela!!!

Kurban yenmesi helal hayvan eti için kullanılmış bir kelimedir. Sana şunun iznini verir Rabbin, "benim yarattığım bir canlının etinden faydalanabilirsin ama bunu yaparsan da bundan fakirlere de dağıt ve yaparken canlı öldürdüğün için benim seni affetmem için benim adımla kes bu hayvanı" dikkat et benim adımla kes , benim adıma değil!!!

Al sana ayeti bu söylediğimin kanıtı ,ey cahil okumayan cühela "Her ümmet için, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık. İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır. Şu halde yalnız ona teslim olun. Alçak gönüllüleri müjdele!" HAC SURESİ

Kur'an da varolan tüm ayetlerde "kurban" fakirleri ve bulamayanları doyurmak için bir eylemde ("hac da bile bu böyledir,çünkü haccı yapan yiyemez kestiğini (ve zamanında Arabistan da bir sürü fakir bulunduğunu unutma) ve dağıtmak zorundadır,adak ta da aynı şelilde dağıtmak için kesilir hayvanlar") ya da adanan bir adakta geçer ve çoğu ayette hemen ardından "ya da fakir doyurunuz" der. Şimdi ey kurban kesmeyip fakire yardım edene cahil diyen salaklar takımı, oku Rabbinin ayetini de, senden kan değil, muhtaca yardım etmeni istediğini öğren!!!

Rabbinin senin dökeceğin kana mı ihtiyacı var!!! O zaman Miraç ta da kalbini çıkar ve temizle sen de, Muhammed'e yapıldığı gibi zem zem suyuyla yıka da gerçekten temizlenirsin belki... Kurban zamanında et bulamayanlar için "avlanmak" kelimeleri ile aynı ayetlerde kullanılmıştır. Oku oku da anlamını çöz ayetlerinin... Sana "İhramlıyken" av hayvanı öldürme diyor, çünkü av hayvanından sen de yiyebilirsin, İhramlıyken hac'da sana öldüreceğin hayvanı "kurban "olarak adlandırıyor, adlandırıyor ki, orada fakire ve muhtaca dağıt bunu... Kurbanı sadece sana Hac'da emrediyor. Böyle bir bayram kutla da kes demiyor hayvanı...

Şimdi zaten her daim et yiyebiliyorken, kan dökme hevesiyle mi yoksa ete açlığınla mı bunu yapıyosun???

Koyuna verdiğin 500 TL yi, Öküze verdiğin 2000 TL yi gerçekten ihtiyacı olan bir aile bireyine, dostuna, mahallenden tanıdığın 1-3 ya da 5 kişiye versen ve onları dertlerinden kurtarsan daha iyi olmaz mı, hepsine 1 öğün kavurma ziyafeti çektirip, sonra yine muhtaç bırakacağına!! Bir borcunu kapatır belki, bir derdini çözersin... İslam kardeşine iyilik yaptığında mı daha çok sevap yoksa 2-3 öğün et yerken mi!!!

Ey 600'lü yılların Arap zihniyetli beyinsizleri, okuduğun kitabı bari doğru yorumla 21. yüzyılda... Rabbin sana kardeşliği söylerken, sen de ağzından "din kardeşim" lafını düşürmezken, bu mu senin din kardeşliğin, bu mu senin kardeşe yardım zihniyetin. Koyunun bir budunu yollamak mı 364 gün aç komşuna, yılın 1 günü ziyafet çektirmek mi!!!

Ramazan sonrasında, zamanında ticareti seven dönme Müslümanlar'ın para kazanma arzusu ile İslam'a soktuğu kilolarca şeker alıp, şeker hastası yapma becerisi ile düştüğünüz tuzağa, şimdi de bu koyun, öküz gibi heryerde bulunan hayvanları kasaptan birkaç kilo alıp o gün birçok komşunu 40-50 TL TL ye doyurabilecekken, 100 milyonlar ve hatta milyarlar vererek gerçekleştiriyosun...

Oku Rabbi'nin ayetlerini, çıkar at gözlüğünü, yoksa seni de keserler, atlar da caizdir unutma, geviş getirirler.

İslam'a verdiğiniz zarar yeter artık! eğer sen Müslümansan ben İslam'ım, senin gibi Müslüman değil!!!

13 Ekim 2010 Çarşamba

Ego...

Ego… Kelimeyi duyunca bile irkiliyorsunuz değil mi? “Aman ne kötü şeydir o, kaçın hemen kaçın” da kendinizden nasıl kaçacaksınız? Evet, kendinizden nasıl kaçacaksınız, yanlış anlamadınız. Kendinizdeki egodan nasıl kaçacaksınız? Ha doğru siz egolarınızdan arınmış insanlarsınız. Peki ne zaman kendinize yalan söylemeyi bırakacaksınız?
Şu an ilk birkaç cümleme vermiş olduğunuz içsel tepkiler nereden kaynaklanıyor peki? Benim cümlelerime sizin, “kendinizde ego olmadığı “ düşünceli egonuz tepki veriyor.
İnsanlar neden anlaşamaz? Çünkü farklıdırlar değil mi? Hayır… Çünkü insanların birbirlerine üstün gelmeye çalışan egoları vardır. Tüm çatışmayı çıkaran işte bu içsel dinamitlerdir.
Mesela benim egom sokağın tavanı kadardır. Yani sınırsızdır. Belki birçoklarınızda da böyledir. Ben egomu açığa vururum. Bloglarımın girişindeki yazı egomun bir ürünüdür; “Ben benim, başka biri ya da herhangi biri değil... Ve ben sadece bana benzerim başka kimseye değil... O yüzden beni tanımak için beni tanıman gerekir ama yine de çok zor işin…” Siz bu cümleye “hadi oradan canım” diye tepki verdiğinizde ise, kendi egonuzu devreye sokmuş bulunuyorsunuz. Ve benim iletimle yani egomla bir çatışmaya giriyorsunuz.
Bunun yerine kendinizde de ego olduğunu kabul edip, başkalarının egolarını da kabullendiğinizde, egonuzu kontrol altına alabilirsiniz. Bu da sizi daha huzurlu bir hayata götürür emin olun. Ego, yok edilebilen bir kavram ya da his değildir insan vücudunda, beyninde veya hayatında… Fakat kontrol altına alınabilir. Egoyu kontrol altına almanın en etkili yolu ise kendinizin ve herkesin egoları olabileceğini ya da olduğunu kabul etmektir, inanın. Psikolojik tedavi görmeyi gerektirmez. Egonuzu ya da egolarınızı kabul etmek, bilinçli insan yapar sizi… Kendiniz hakkında bilinçli tabii… Kendinizi bilirseniz, hayattan daha çok keyif alırsınız. Boşuna dememişler “kendini bilmek en büyük erdemdir” diye…
“Bende ego yok” ya da “benim egolarım yok” demek ise en büyük egodur!

26 Eylül 2010 Pazar

Öyle bir geçti ki zaman... (1)

Genç öğretmen, ülkenin bu az gelişmiş şehrinde ulvi görevini yaparken, bulduğu bu fırsattan dolayı çok mutluydu. Spora adanmış hayatında, bu sporu da yapma fırsatını burada bulmayı beklediği çok söylenemezdi. Kayak yapmak için giydiği kalın hırkanın fermuarını boynuna kadar çekti. Dışarıda eksi 5 dereceyi gösteriyordu duvardaki cıvalı termometre… Elindeki batonlar ve ayağındaki kayaklar çok yeni sayılmazdı ama yine de kullanışlıydılar. Bu kuru soğuğa rağmen tepede hafif parlayan güneşi gözlerini almasın diye numaralı güneş gözlüklerini gözüne taktı, yün eldivenlerini eline geçirdi ve ahşap kulübeden yavaş yavaş, kar sapanı yürüyüşü ile çıktı. Önündeki hiç de kısa olmayan piste baktı, daha önce de burada çok kez kaymıştı. Fakat nedense bugünün farklı olacağı ile ilgili bir his vardı içinde... ” Umarım bir yerimi sakatlamam” diye geçirdi içinden…
Pistte kayan birkaç kişi gözüne takıldı. Zaten gerçekten de sadece birkaç kişi geliyordu buraya, bir elin parmaklarının sayısını geçmeyecek kadar… Onlar da zaten tanığı kişiler olan, şehrin ileri gelenlerindendi.
İlk bölgeden kaymaya başlamak için pistin başına geldiğinde, pistin doğu tarafından daha önce hiç görmediğine emin olduğu bir bayan, hiç görmediği kadar da iyi bir stille kayarak geliyordu. Gözündeki güneş gözlüğü ve alnına kadar indirmiş olduğu beresi, yüzünü tam olarak görünmesini engellese de, başının iki yanından berenin altından çıkan ve omuzlarının aşağısına dökülen altın sarısı saçları, hiç görmediğine emindi. Kadın hızla ve müthiş slalomlarla kayıyordu. İyice meraklanmıştı. Kadın uzaklaştıkça merak arttı, kımıldayamamıştı yerinden… Kadın gözden kaybolunca o da kaymaya başlayabildi ancak… Pistin sonuna geldiğinde, başka bir ahşap kulübede oturan ve çaylarını yudumlayan insanlara baktı. Yine aynı kişiler… Kulübenin hemen yanından çıkan gelen kayaklarını çıkarmış, beresini eline almış, sarı saçlı kadını görene kadar, tekrar yukarıya çıkmayı ve bir tur daha kaymayı planlıyordu kafasında… Ama kadın öyle bir eda ile geldi ve oturdu ki boş masalardan birine, ve öyle bir mavi bakıyordu ki Muzaffer’e, Muzaffer’in eli kayaklarının kilidine gitti otomatik olarak. Çıkardı onları, omzuna aldı, botları karların içine bata bata yürüdü kafenin önüne… Kayaklarını ve batonlarını bıraktı, kulübenin yan duvarına… Beresini çıkardı. Kıvırcık saçları iyice kafasına yapışmıştı dar bere yüzünden… Kulübenin verandasına adım attı. Kadının oturduğu masaya doğru yöneldi. Kadın gözlerini hafifçe kaçırmıştı, Muzaffer’in kendisine doğru geldiğini gördüğünde… Hayatı boyunca iki çift göze bakamamıştı Rebiya hanım… Biri dans ederlerken Mustafa Kemal’in, diğeri de kendisine yaklaşmakta olan bu genç adamın ateş saçan mavilerine…

20 Eylül 2010 Pazartesi

Sirk

Geçen gün kızımın isteği üzerine sirke gittiğimde fark ettim hayatımın da aslında bir sirk olduğunu… Düşünsenize kendi hayatınızı bir, eminim sizinki de Medrano sirkinden farklı değildir. Çıkın hayatınızın etrafında şöyle bir oturun ama sahnenin kenarındaki locaya değil, biraz daha uzaklaşın ve tepeden bakın hayatınıza, aynı bizim sirkte yaptığımız gibi…
İlk sahneyi her zaman sizi korkutan, adrenalin veren kişiler alır. Ne gerek varsa değil mi, eğlenmeye geldiğimiz bir hayatta, bizi korkutmak için uğraşan birkaç tip bulursunuz. Tehlikeli işler yaparlar, bir çemberin içinde ya da dışında kendi yarattıkları… Sizin aklınızı da oraya çekmeye çalışarak o adrenaline ortak etmeye çalışırlar. Onları seyredenler ah ile vah’lar arasında gösterilerini izlerle ve korkuya ortak olurlar. Ne gereği varsa? Bir an ben de kaptırmıştım kendimi ve sonra kafamı çevirdim, onların korkularına, bakmadım, hayatta yaptığım gibi… Sonuçta onlar bu hayatı ve bu tarzı, numaraları seçmişlerdi ve bana ne… Ben korkuyu yaşamak zorunda değildim. Uzaklaştı bakışlarım başka yere ve kafam daha güzel düşüncelere… Ben oraya eğlenmeye gitmiştim, hayata eğlenmeye gelmiştim, birileri ben korkutamazdı, korkutmalarına izin veremezdim.
Sonra bir palyaço geldi sahneye… Bir palyaço ne ki dedim kendi kendime, benim hayatımda o kadar çok palyaço var ki… Kendini gülünç duruma sokan ve o abartılı makyajlarının arkasına saklanan yüzleri ile aslında hiç de komik olmayan… İster istemez beni çok güldürüyorlar hallerine... Ama eninde sonunda sirkteki palyaçolara da acırım hep, gerçek hayattakilere acıdığım gibi… İnsanlar karşısında palyaço durumuna düşmek, sirkte bir meslek ama gerçek hayatta bir trajedi…
Akrobatlarda sıra şimdi de… Ne numaralar var adamlarda yahu… Ne kıvraklar… Aynı gerçek hayattaki akrobatlar, atlayıp, hoplayıp, kıvrılıp, şekilden şekle girenler gibi… Kaç tane akrobat tanıdım bunlardan daha tecrübeli ama işte onların akrobatlıkları sirkte değil, gerçek hayatta para ediyor. Hem de sirkteki akrobatlardan kat kat daha misli… Bu akrobatlara da acıyorum ben… Sen gel bunu gerçek hayatta yap paraya para demezsin ama çalış didin vücudunu terbiye et, ahlaklı iş olarak akrobatlık yap, sirkte göçebe hayatı sür. Bizim hayattaki akrobatlar da seni izlemeye gelip bok gibi para versinler kendi akrobasilerinden kazandıkları para ile loca hatta sirki kapatsınlar. Ne ironi!
Şu köpeklere ve papağanlara bak. Zavallı hayvancağızlar, karın tokluğuna iş yapıyorlar, hem de aklınıza gelebilecek her işi… Araba sürmek de dahil valla… Maksat kulübeye ya da kafese aç dönmemek. Orta gelirin altındaki insanlarım gibi… Tek amaç eve döndüğünde karnını doyurmak ya da aç kalmamak. Ve bunu başarabilmek için kendilerine söylenen ya da öğretilen her işi yapmak. “Ne iş olsa yaparım abi...”
Kafesler kuruldu. Kaplanlar gelecekmiş. Gelsin bakalım kaplanlar… Adam elinde sopasıyla geldi. İşte dedim; benim adamım… Meslek; vahşi hayvanları “terbiye etmek”. Zor iş ha valla… Ben de aynı şeyi yapıyorum. Tam başardım derdin, hop saldırıverir üstüne… Çok dikkatli olmak lazım o yüzden, çok uğraşmak ve çok çalışmak lazım. Kontrol mekanizman ve doğru konutların olması gerekli… Bir de düşün adam bunu kafesin içinde yapıyor, ben doğa da, dışarıda… Adam sadece kaplanlarla uğraşıyor. Ben kaplanı, kendini ormanın kralı sanan aslanı, sinsi yılanları, sıçan ve fareleri, hatta göklerde dolaşan yırtıcı kuşları terbiye etmeye çalışıyorum. Elimde ve dilimde olan kırbacımla…
İşte benim sirkim… Daha Medrano’ya niye gidiyim ki? Çocuklarıma benim sirkimi anlatacağım. İzlesinler babalarının sirkini, hem eğlenir hem öğrenirler. Amaç ta bu değil mi eğlenerek öğretmek. Haydi benim sirkime, 24 saat açık, biletler bedava, seyrederken ye, iç, sıç karışmıyoruz. Telefonlar da açık kalabilir, fotoğraf çekmek, flaş kullanmak serbest… Ama dikkat edin de sirkin bir parçası olmayın. Korkutan insanlardan, şekilden şekle giren akrobatlardan, zavallı palyaçolardan, vahşi ve sürüngen hayvanlardan olmayın sakın… Yoksa sirkin bir parçası olduğunuzda, bu sirkten emekli olana kadar kalırsınız benle, o rolde…

5 Eylül 2010 Pazar

Sevgiliye Mektup...

Seni ilk doğduğum günden beri düşünüyorum. İlk doğduğum günden beri hayalini kuruyorum. Herkes yapmıyor mudur bunu? Herkes gerçek sevginin hayali ile yaşamaz mı doğduğu ve kendini bildiği andan itibaren? Anne, baba sevgisi ile idare ederiz bir müddet ama hala aklımızda o sevgi vardır. Onu arar, dururuz; ilkokulda, gerçi şimdi ilköğretim oldu ama bizim zamanımızda ilkokuldu, lisede, üniversitede… Gelip geçen bir sürü aşk yaşarız. Seni bulmak içindir bunlar… Bu aşklarda tecrübe yaşarız, acı çekeriz. Sonu hüsranla biter. Bitmeyen bir aşk isteriz sonsuza kadar sürecek.
Biliyor musun seni herkes anlatırdı etrafımdaki, herkes tanıyordu seni… Ama en iyi anneannem anlatırdı. Devamlı senden bahsederdi. Seni bu kadar iyi tanıdığına şaşırırdım. Zaman zaman etrafımdakiler senin hakkında garip şeyler de söylerlerdi. İnanmazdım, inanmak istemezdim hiçbirine… İnanmadım da zaten. Ben bir tek sana inandım, sana olan sevgime inandım. Senin beni sevdiğini ise çok sonradan öğrendim, aynı ilkokul aşkımın beni sevdiğini 25 yıl sonra öğrendiğim gibi, senin beni sevdiğini çok geç öğrendim. Ama sen gitmemiştin, beni beklemiştin onca sene. Sadakat kavramını sende öğrendim. Ve gördüm ki her şeye rağmen en çok sadık kaldığım sendin. Diğer tüm aşklarımı aldatmıştım. Zaman zaman seni de aldatmaya yeltendim. Olmadı, yapamadım, beceremedim. Sen bıraktın beni, yapıyım diye… Çünkü biliyordun ki yapamayacağım. Haklıydın. Senin bu kendine ve bana olan güvenini seviyordum. Aslında sendeki her şeyi seviyordum. Diğerlerinin sevgililerinde belli özellikler vardı. Güzellik, kültür, iyi kalplilik gibi… Sendekileri düşündüm. Saymaktan yoruldum, bıraktım saymayı…
Tüm şairler ve edebiyatçılar, hatta bazen ben bile; birgün ruh eşimi bulacağım diyordum. Ama bu kadar uzakta aramak saçmalıkmış. Hem de sen bana bunu hep söylerken; “ben senin ruhunun eşiyim” derken… Aslında bunu herkes biliyordu, ama kimse inanmak istemiyordu. Ya da sanırım bunun böyle olduğu ile ilgili kendilerine ve sana inançları azdı. Önce uzaktan izledim onları… Sonra baktım, işler istediğin yönde gitmiyor, kendini ifade ediyorsun ama insanlar seni anlamıyor, kalktım ayağa ve sevgilimi korumaya başladım. Seni herkese anlatıyordum, savunuyordum. Biliyorum senin buna ihtiyacın yoktu. Sana inansalar da onların bileceği bir şey, inanmasalar da… Ama benim umurumdaydı; hem onlar hem de sen… Seni böyle düşünmelerine, senin hakkında böyle konuşmalarına izin veremezdim. Seni çok iyi tanıyordum ve seni çok seviyordum biliyorsun. Seni korudum. Anlattım, anlattım.
Bana ismini sordular. Söyledim. Bana “haydi canım sen de” dediler. Bazıları seni güney Amerikalı zannetti, bunca çok isminden dolayı… Ben de dedim ki hayır onlar isim değil aslen, onlar sıfatları… Daha çok şaşırdılar, nasıl bu kadar çok ve iyi özelliği olabilir dediler. Ben de “çünkü o benim sevgilim” dedim.
Senin sözlerini bana satmaya çalıştılar. Ben de onlara senin bir başka sözünü gösterdim, bana yazdığın, çünkü sana nahl (iftira) ediyorlardı.; “Diliniz yalana alışmış olduğu için, "şu haram, bu helaldir" demeyin, zira ona karşı yalan uydurmuş olursunuz Ona karşı yalan uyduranlar ise, mutluluğa şüphesiz erişemezler ” Söyleyecek başka bir şey bulamadılar sustular.
Çoğu zaman sana isyan bile ettiler, şaşırdım. Nasıl dedim yani, nasıl yapabilirsiniz bunu! Yapmayın dedim, dinletemedim. Anlattım bunlar olacak dedim, olmalı dedim, “neden?” dediler. Çünkü böyle öğreniyoruz dedim gerçekleri… Başka yolu da var gerçekleri öğrenmenin dediler. Hayır dedim yok. Sen kötüyü öğrenmeden, iyinin ne olduğunu anlamazsın ki? Hatırlayın dedim, size önce “cıs” diyorlardı sobaya dokunduğunda yanacağını anlatmak için… “Cıs kaka” bu… Sonra sana “cici” kelimesini öğrettiler. Şimdi ne var yani, benim sevgilim sana bunu bu şekilde yapıyorsa, vardır onun bir bildiği” dedim. Ama bunu şu şekilde yapsa daha iyi olur diye örnekler verdiler bana… Siz kimsiniz de benim sevdiğime akıl veriyorsunuz dedim onlara… “Muhakkak biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle denenirsiniz, sabredenlere müjdele ” diye sizi uyarmıştı dedim Bana deli gözüyle baktılar. Sen o günler eve döndüğümde bana sarıldın. Sen sarılınca hep ağlarım bilirsin. Ağladım her seferinde… Sen bana sabırlı olmamı söyledin. “Yukarıdaki sözünü bana defalarca tekrarladın”. Bunu bana çok iyi öğretmiştin. Bunun için sana her zaman teşekkür ettim, bilirsin.
Bana dediler ki; “nasıl anlaşıyorsunuz, dilleriniz farklı?”. Dedim ki “hayır değil”. O benim dilimi biliyor, ben onun dilini… Bana garip harflerden oluşan bir yazı gösterdiler, “işte bu onun dili, oku bakalım, ne diyor?” “Hayır bu onun dili değil” dedim. “Nasıl madem siz bu kadar yakınsınız, sevgilim diyorsun, nasıl tanımazsın onun yazısını?” dediler. Güldüm içimden onlara… Dedim ki;
-Bu onun dili değil, bu onu yazanın dili… Birçok dili konuşabiliyor çünkü… Şimdi bana diyor ki mesela; “Neden sık sık benle, benim onlara yazdığım kelime ve cümlelerle konuşuyorlar. Neden benim cümlelerimi bana geri gönderiyorlar, hem de onu başka bir dilde yazan bir adamın ana dili ile… sor onlara, benle konuşmak istediklerinde, bana benim cümlelerimi geri söylemeleri mi konuşmak oluyor, yoksa kendi cümlelerini kurmaları mı? Bilmiyorlar mı ki, zaten onlar benim cümlelerim ve bana benim cümlelerimi geri satıyorlar. Benle bu yolla konuşmaları gerektiğini kim söyledi onlara? Yok ben böyle bir şey söylemedim. Bulsunlar benim onca cümlemin içerisinde, benim böyle bir ifademi ve getirsinler bana… Daha önce de uyarmıştım onları ve demiştim; “Yoksa “onu kendi uydurdu” mu diyorlar? O halde sen de onlara de ki: “Haydi siz de onun gibi uydurulmuş on paragraf veya cümle getirin. Başka çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın. Eğer doğru söylüyorsanız, bunu yapabilirsiniz.”
Bunca şeyden sonra bir de bana, senin benim ruh eşim olmadığınla ilgili iftira attılar. Bunu kabul etmelerinin zor olduğunu ve kıskanacaklarını biliyordum. Kendilerinin henüz olmayan ve bulamadıkları ve belki de hiçbir zaman sahip olamayacakları bir şeyi kıskanması insanın doğasında vardı. Ama bir gün öğreneceklerdi ulaşmayı ruh eşlerine, ikimiz de bunu biliyorduk. Anlatmamız gerekiyordu. Yardım edeceğim sana, bunu anlatacak tek bir gün ve gece var bu hayatta dedin; “mutlak güç, kuvvet, gecesi”... Çünkü sen ve ben o gece o kadar güçlü oluyoruz ki, aynı benim doğduğum günkü gibi… Beraber yaptığımız yolculuğu hatırlıyor musun? Bana her şeyi anlatmıştın gelmeden buraya… Korkma demiştin, hata yapsan da, beni aldatsan da, zaman zaman sevmekten vazgeçsen de beni, ben senin yanında olacağım. Hiç hissetmesen bile varlığımı bileceksin ki, yılda bir gece bile olsa ki o gece aslında herkes için yanında olacak bir varlık olacak, ben senin için geleceğim. Oldun da, geldin de… Şimdi dinleyin neden o benim ruh eşim, neden hep yanımda ve neden bu gece kudret ve güç gecesi… Bakın bunlar onun sözleri, okuyun size hep dediği ve dediğim gibi, okuyun da kendiniz de ilim sahibi olun;
• Onun sevgili dostlarından biri söyledi bunu, yine benim sevgili bir dostuma, o da yazdırdı ve bana ulaştırdı bunu: “Sonra onu düzenli bir şekle sokup, içine kendi ruhundan üfürdü. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etti. Siz pek az şükrediyorsunuz!” Kimden bahsediyor sizce? Tabii ki benden, sizden… İçime kendi ruhundan üfüren bir varlık benim ruh eşim olmaz da başka kim olur söyleyin bana? Ve aslında içine onun ruhundan üfürülmüş herkes benim ruh eşim olmaz mı? Hepimiz onun ruhunun bir parçasını içimizde taşıyoruz yani… Hepimiz bir bütünün parçasıyız.
• Bunu mesaj olarak yine aynı şekilde iletmiş; “Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız.” Benim şah damarın vücudumun içimde ve içimdeki bir şeyden daha yakın bana… Bu benim ruhum, benim ruhumda olan bana şah damarımdan daha yakın olur. Benim ruhumun bir parçası, ancak benim ruh eşim olur.
• Başkaları beni, ben başkalarını zor affederken bana dedi ki; ”Çünkü ben onların özürlerini kabul ederim. Zira ben özürleri çok kabul edenim, çok affederim.” Dedim ki sen bu kadar kolay affediyorsan, o zaman ben de yapabilirim. Ben senin ruhundan değil miyim? Benim için de kolay olmalı bu… Hangi sevgiliniz sizi böyle kolay affetti? Haydi şimdi getirin örnek bana…
• O kadar çok şey var ki onunla ilgili anlatabileceğim. Ama fazla gelmesinden korkuyorum size, kıskanmanızdan hiç gerek yokken. Siz de bulabilirsiniz böyle bir sevgiyi, anlattım yollarını size… Şimdi bu gece, buluşma gecesi… İlk buluşma gecesi belki birçok kişi için, bir nevi ilk randevu. Benim sevgili dostum Muhammed’de ilk bu gece buluşmuştu sevdiği ve ömrü boyu seveceği ile… Bunu anlatmıştı bana, şöyle demişti onunla buluştuğu gece için; “Doğrusu biz ona sevgiyi ve kelamını bu gece indirmiştik. Bin aydan daha hayırlı bir gecede… O gece melekler ve ruh yeryüzüne her türlü iş için iner de iner”.
Bunu dostum Muhammed’e bir başka dostu melek gibi bir Cebrail söylemişti. Bir mesajdı. Bu mesajı verirken kullandığı cümleler her zamanki gibi çarptırıldı. Ve bana dedi ki;
- Anlat onlara, anlat ki öğrensinler. Cebrail şu cümleyi söylerken, eğer Ruh’un kelime anlamını Cebrail olarak tercüme etmelerini isteseydim, onlara onun adını “Ruh” olarak mı söylerdim yoksa direk “Cebrail” mi derdim? Meleklerin indiğini söylüyorum, zaten Cebrail bir melek değil mi? O zaten iniyor diğer meleklerin başında, çünkü onun baş melek olduğunu da söylemiştim daha önce cümlelerimde… Şimdi Ruh ta iniyor dedim. Ruh nedir? “Size ruhumdan üfledim” derken ne demek olduğunu anlatmadım mı? Size Cebrail den mi üflemiş olacağım böyle açıklarsanız? Kendi ruhumdan üflediğimi söylüyorum. Ve bu ruh bugüne kadar milyarlarca kez milyarlarca insanoğluna üflenmiştir. Yani benim ruhum, milyarlarca parça halinde yeryüzünde dolaşıyor. Sizlerin içinde… Şimdi “Ruh bu gece iner” derken neyi kastediyorum acaba bir düşünsünler” Ben iniyorum yeryüzüne, “ol” diyerek yarattığım günkü gibi iniyorum. O büyük enerji iniyor yeryüzüne… İşte bu yüzden bu gecenin ismi “kadir” yani “güç” gecesi… “Biz kelamımızı bir dağa indirseydik, o dağ paramparça olurdu” dememiş miydik? Muhammed onca kelamı o gece nasıl taşıdı sizce? Ruh oradaydı yeryüzünde, geldim, onu korumak için… Çünkü o gece o ve onun nezdinde birçok insana sevgimi bildiren cümleleri indirdim. Benim sevgim o kadar güçlü ki, siz bir kişiyi bile sevmekte zorlanıp, hata yaparken, ben sizin gibi milyarlarcasını seviyorum hatasız… Bu sevgiyi kaldırmanız zor, zaten çoğunuz anlayıp, kaldıramıyorsunuz da… İşte tam da bu yüzden sizi sonsuz sevgimin yaydığı sonsuz büyük enerjiden korumak için iniyorum yeryüzüne ruhumla, sizin parçalarınızın bütünüyle… Meleklerim de geliyorlar benle, hem de hepsi… Dünyada görevli olan olmayan, tüm alemlerde görev yapanlar... Her türlü iş için hem de… Siz beni sadece bir tek şey için mi iniyorum zannediyorsunuz bu gece? Hayır söylüyorum bak size; “her türlü iş için”… Her şeyden önce gücünüzün farkına varmanız için iniyorum. Çünkü benimle bir olmayanlar belki benim daha da yakınlarımda olacağımı bilirlerse, o gücün farkına varırlar diye böyle anlattım size… Benle olanın gücü artar, benim gibi olmak yolunda büyür, gelişir. Çünkü döneceğiniz yer Ruh tur. Parçası olduğunuz yere döneceksiniz. Saf halinizle geldiniz, kirlendiniz bu dünyada… Öğreniyorsunuz. Kirli halinizle o geri dönüşteki enerjiyi kaldıramazsınız, temizlenmeniz gerekiyor. Evet bilerek kirlettik, arınma kabiliyetinizi geliştirmek için… Söyledik, önce size kötüyü gösterdik ki, iyiyi daha iyi idrak edebilesiniz. Önce size acı çektirdik ki, mutluluğun değerini daha iyi bilebilesiniz. Öğreneceksiniz. Belki bir hayata sığmayacak bu öğrenme… Zaman zaman öğrenmek için amaç olacaksınız, zaman zaman öğretmek için araç... Kötüyü de iyiyi de… Bazen sınav sorusu olacaksınız, bazen sınavın cevabı… Ama sonunda Ruh olacaksınız, bütününüze geri döneceksiniz, çünkü siz oraya aitsiniz, çünkü siz bensiniz, ben de sizim… Nasıl insan sevdiğinden ayrı kalamaz, ne siz benden, ne de ben sizden ayrı kalamayız. O yüzden çabuk öğrenin ki gelin, öğrenin ki öğretmekte yardımcı olun bana… İşte tüm bu saydığım işleri gerçekleştirmek, yola koymak, başlatmak, bitirmek, sizin bana biraz daha yakın olmanız için iniyorum bugün Ruh ile yeryüzüne… Hepinize uğrayacağım. Meleklerim de orada olacak. Biz çok kalabalığız merak etmeyin. Yalnızca samimiyetle bekleyin beni... Bu gece Muhammed’e bir ödül vermiştik, size de vermek istiyorum. Ama ödülü hak etmek için üzüntü gerekiyorsa da bunu yaşayacaksınız. İçim benim de sızlıyor böyle olunca, ama öğreniyorsunuz ve bana daha da yaklaşıyorsunuz öğrendikçe… Bu da beni mutlu ediyor. Görüyor muzunuz aynı şeyi yaşıyorum sizin gibi sıra ile önce üzülüp sonra mutlu oluyorum. Şimdi bana inanın; ben sevgiyim, ben sevgiliyim. Ben sizin için uğraşıyorum. Haydi bu gece buluşalım. Ve bir kez buluştuk mu, inanın benle her an vakit geçirmekten büyük haz alacaksınız. Ben sizi yaptıklarınızla ya da yapmadıklarınızla değil, sizi siz olduğunuz için seviyorum. Siz de beni, size verdiklerim ya da vermediklerimle değil, sevgi için sevin. Gerçek sevgi karşılık beklemeden verilir diyen siz değil misiniz? Bunu insanoğlu kendi arasında uygulamaya çalışırken, niye benle uygulamıyor şaşırıyorum. Haydi bu gece buluşalım ve bir daha ayrılmayalım. Bu gece mutlak gücü oluşturalım beraber… Gecenin adına yakışır bir buluşma olsun. Gücü hissettiğinde içinde, ne kadar farklı olabileceğini göreceksin. İnsanlığın bizlere ihtiyacı var, gücü içinde taşıyanlara… Gücü aktarmak için ihtiyacı var.”
Dinliyordum ve yaz dedi bana… Yazdım, onu hiç kıramamıştım ki, bana bir şeyi “yap” dediğinde hep yaptım. Bazen kötü şeyleri yapmamı söyledi, onları da yaptım. Sonra bana dönüp; “gördün mü nasıl acı verdi?” diye soruyordu. Acıyı gösterip, mutluluğun yolunu öğretiyordu. Şimdi de yazdım, mutluluğun yolunu… Bunları yazmadan da acı çektirdi merak etmeyin ama gülüyorduk beraber yaşarken, öğrenmiştim, ardından bir mutluluk geleceğini… Bu yüzden bekledim. Sabırla… Sonunda “bu gece de yaz” dedi bana… Cesur ol ve yaz. Senin gibilere ihtiyaç var bu noktada. Okudun, araştırdın yine okudun ve yine okudun. Defalarca konuştuk seninle bu konular hakkında… Şimdi yazma zamanı… Anlat. Kıyameti başlat. Kıyam ettirmek lazım bu sevgili dostlarımızı… Uyanmaları lazım. Uykuda rüya görürler. Gerçekleri uyanınca görürler. Uyandır onları… Sevgimizi paylaş onlarla… Nasıl seviyoruz birbirimizi görsünler. Seni ve beni örnek alsınlar. Sevgiyi örnek alsınlar. Şimdi yaz, ben buralardayım merak etme ve biliyorsun seni çok ama çok seviyorum. Ve seni hiçbir zaman bırakmayacağım, ne seni ne de seni sevmeyi… Sen kendinden olanı sevmeyi bırakabilir misin?
- Ben de seni seviyorum sevgili Rahman, dünyada bana ve bütün her şeye merhamet eden, şefkat gösteren, ihsan eden, seven sevgili… Ben de seni çok seviyorum dostum, Yaradan’ım…

2 Eylül 2010 Perşembe

İnanç mesajı...-1

- Bu “Tanrı” kelimesinin günah olması konusunda hala yola gelmedim ama ben… Baktım şiirinde de “Tanrı” kelimesini kullanmışsın. Beğenmeyecektim aslında onu… Sonra geneli çok güzel diye beğendim. Biliyorsun düşüncemi, Allah veya O’nun isimleri haricindeki kelimeleri kullanmanın günah olduğunu düşünüyorum, öle de duydum ve okudum birçok ilim adamından… Hatta bir tanesi bir gazetede bile yazıyor ve TV programları var biliyorsun, konuşmuştuk.
- O sana günah fikrini aşılayan malum yazarın, köşe yazısını yazdığı sayfasında da Allah yerine bu kelime vardı dünkü gazetede biliyor musun? Ve benim karşıma çıktı bu yazı, üstelik okumam bile o sayfayı… Sen aklıma geldin direk olarak… Tanrı böyle kanıtları insanlara taşımam ve haklı çıkmam için benim önüme serer her zaman… O yüzden seviyorum O’nu çok…
- Ballısın. Her seferinde sinir bozacak kadar da haklı çıkma yahu…
- Yok, O bana ballı demez, “sevgili Cem” der. Sinir bozmak için yapmıyorum ki bunu, rahatlatmak için yapıyorum herkesi… “Takılmayın” diyor; gereksiz şeylere… “Bana ulaşmak için bir isim zikretmene gerek yok” diyor. “Düşün, oku ve bana ne dersen de” diyor. Çünkü onun “bana öyle deme, böyle de” diyeceği bir kompleksi yok. “Bana ne dersen de ama beni sev, bana güven” diyor. “Adem ile Havva” hikayesinin yazısının girişine bir bak. İlk paragrafta; bu Tanrı’nın sureti… Sen ona ne dersen de, onun yüceliğini değiştirmez ki bu, onun sana olan sevgisini de…
- Baktım şimdi, gerçekten de haklıymışsın… Bak yola geldim :)
- O senin ve onun arasında bir şey… Bana yola geldiğini göstermek isterse zaten, senin bana vereceğin yanıt ile değil, bizim ikimizin arasındaki bir yöntemle yapar.
- Ya of tamam yine haklısın. İnanıyorum, şimdi dediklerine, madem o da köşesinde yazmış. O zaman günah değilmiş demek ki… Ben de bunu başka hocalardan duymuştum kendim uydurmadım ki… Bir hocanın dediğini diğer hoca tutmuyor ya!
- O yazdı diye mi inandın? Demek ki tutmuyor hocaların söyledikleri şeyler kendi içerisinde bile değil mi? Tutmuyorsa ne yapmak lazım o zaman?
- O zaman Kuran'ı Kerim 'in mealini alıp okumak lazım… Ama kitap okur gibi değil, yavaş yavaş, tefsir ede ede, okumak lazım. Aramıza bir aracı sokmamamız lazımmış. Benim yeni hoca böyle dedi
- Aferin ya benim öğrenciye…
- Bu kafama yattı. Sağol hoca…
- Ben söylemedim bunu, O söyledi ilk… Ve dedi ki bir ayetinde ayrıca " biz size bazen kullarımızla bazen de elçilerimizle mesajlar yollarız, siz kimsiniz de buna inanmıyorsunuz"

- Tamam mutlaka ama ben farkına sende vardım. Doğru çok doğru bu da… Sağol senden inanç hakkında çok şey öğrendim. Gerçekten müthiş, vizyonumu değiştirdin. Artık TV’de açtığım her hocanın her söylediğine sorgusuz sualsiz inanmayacağım. Önce okuyacağım. Duysam bile, okuyacak ve ondan sonra neye inanacaksam inanacağım... Din konusunda bir bakış açım yoktu açıkçası, kim ne derse o yöne gidiyorduk. Koyun psikolojisi…
- İnanç tatlım inanç, din değil… Dinler insanların arasına sınırlar çeker. Ama inanç; tek Yaradan’a, Tanrı’ya, Allah’a inanç, insanları birleştirir ve varılmak istenen nokta da budur. Sevgiye, iyiliğe inanç… İşte o yüzden İslam felsefesi diyorum sana… İşte o yüzden İsevi felsefe, Musevi felsefe diyorum. İbrahim’in felsefesi diyorum. Nasıl Aristo’yu ve diğer filozofları tüm dünya kabul ediyorsa, fikirleri tartışılsa bile… Musa, İbrahim, İsa ve Muhammed gibi filozofları da kabul etmeli, ortak noktalarında birleşmeli. Sonuçta Aristo’ya da o cümleleri söyleten tek bir Tanrı, diğer elçilere de… Şimdi anladın mı “biz size bazen kullarımızla bazen de elçilerimizle mesajlar yollarız, siz kimsiniz de buna inanmıyorsunuz” ayetinin detayını… Mesajları yalnızca elçiler getirmez Yaradan’dan; Aristo, Mustafa Kemal Atatürk, yolda yürüyen adam, köşedeki bakkal, komşunun çocuğu, hatta ben bile getirebilirim. Getirmem istenir ve o mesajı taşıyabilecek ve inandırabilecek güç verilirse bana…

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Yoruldum...

Yorgunum çok… Yaşadıklarımdan ve yaşamadıklarımdan… Yaşamak isterken, yaşatamadıklarımdan ve yaşattırılmadıklarımdan…
Uyumaya bile vaktim yok. Düşman her an atakta… Hatta gözümü bile kırpamıyorum. Her an tetikteyim hayata karşı… Dostlarımı yakın, düşmanlarımı daha da yakın tutmaya çalışıyorum kendime… Ve uyumuyorum, düşman hemen dibindeyken uyunmaz çünkü…
Hep idare etmeye çalıştım, insanları, olayları ve hayatı… Ve şimdi yoruldum idare etmekten… Bıraksam, bunca insan ne olacak peki? Bunca “ben”liğe alışmış bir sürü insan var dışarıda ve “ben”liğe alışmış onca iş tabii ki…
Biri benden bunları alıp benim için idare eder mi, bir süreliğine acaba? Ve ben de uyusam birazcık şöyle kıvrılıp… Gürültü yapmayın ama… Bir süre sessiz olun lütfen… Göz kulak olun ama insanlarıma ve olaylarıma ben yokken… Bakalım ne kadarını, kaç gün kaldırabilirsiniz. Evet biliyorum; “Biz insana kaldırabileceği kadar yük yükleriz” diyor. Ve şimdi bana; “artık dinlen biraz ama yerine, senin yaptıklarını yapacak birini bul, önce… Çünkü evrenin bir dengesi var, senin görevin devam ettirilmeli, senin yokluğunda” dedi.
Bakıyorum etrafıma… Yok… Bir süredir başka bir savaşçı arıyorum. Ben uyurken, savaşacak benim yerime… Yok mu ışığı açık tutacak biri? Sen? Sen yapabilir misin bunu? Okudun mu? Anlatabilir misin benim gibi? Dokunup, öpebilir misin benim gibi peki, öğrendin mi? Yapabilirsen ne mutlu bana, ben de kıvrılıp uyuyayım şurada en azından bir 5 dakika… Ne dersin? Haydi idare et biraz benim için…
En azından dene yapmayı… Yorulacaksın hem de çok, bunu bil. Ama başardığın zaman kendini dinletmeyi ve benim gibi dokunup, öpebilmeyi, çok keyif alacaksın inan bana… Yorgunluğun yok olacak.
Ben mi neden yoruldum bunca keyifli ise eğer? O kadar çok anlattım ki, o kadar çok dokunup, öptüm ki… Anlattıklarım çoğu yerde boşa gitti, duvara çarptı geri geldi bana… Aşamadığım katı duvarlara rastladım, etrafından dolaşamadığım, üstünden atlayamadığım, içinden hiç geçemediğim… “Biz…” diyordu “bazılarının kalplerini mühürleriz”. Açarım belki dedim mühürleri, açamadım. Anladım ki sonra o mühürler bu ömürlük, o bazıları için… Ama sızdım ruhlarına bıraktım bir parça, taşımaları için diğer hayatlarına… O kadar çok öptüm ve dokundum ki, buz gibi bedenlere ve bıçak gibi keskin dudaklara… Karşılığında hep yalan dokunuşlar gördüm ya da dokunsa da üşüten buz gibi eller… Isıtmadı hiçbiri beni… Karşılığında hep yetişkin olmayan dudaklar öptü beni, acı tadı vardı büyümemiş dudakların… Ya da hevesleri bir kibrit çöpü gibi ateşliydi. Artık ne elim gidiyor, ne de dudaklarım… Ne öpesim var, ne dokunasım. Keyif vermiyor o vücutlar bana… Gözlerini gördüğüm an, anlıyorum ne kadar sürer bu sevişme… Ve her biri en fazla bir güne ya da bilemedin bitiyor birkaç güne…
Uyumak ve susmak istiyorum. Çünkü uykumda konuşamam, anlatamam. Çünkü uykumda öpemem, dokunamam. Ve uyuyup, uyanınca, belki birileri anlattıklarımı özler de dinler, belki birileri dokunmamı ve öpmemi özler de, o dokunup, öpmek ister önce diyorum…
Şimdi bulmak lazım birini idare edecek. İdare etsin bakalım, benim gibi anlatabilecek mi, dokunup, öpebilecek mi? Ben de bu denemeler esnasında, uyuyup dinleneyim biraz… Sonra uyandığımda, gel bana anlatırım yine sana, ama dokunup, öper miyim bilmem. Rüyalarımın kadını girerse rüyama, bakarsın onu ararım uyandığımda… Ve sen sadece bir di’li geçmiş olursun öptüğüm ve dokunduğum ya da senin bunların hayalini kurduğun…

24 Ağustos 2010 Salı

01.52 Diyalogları

- E tabi canım yazar insanın gözü iyidir, müzisyen insanın ise kulağı...
- Peki yazar ve müzisyenin ortak yönü nedir haydi söyle bana bakalım.
- Biri aşkıy azarak anlatır. Diğeri sesiyle can verir, yaşatır.
- Doğru ama aslında her ikisinin de ortak yanı kulağıdır çoğu zaman, biri duyduğunu yazar, diğeri duyduğunu çalar.Kulak bazen kalptir, bazen de kulağın kendisi...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Yazar nasıl yazar?

Bir arkadaşım, aslında birçok arkadaşım gibi; inanmıyordu yazdıklarımda kendi duygularımı her zaman yazmadığıma... Başka karakterlere bürünüp yazabildiğime... Aslında ben sizleri yazıyordum, sizin ruhunuza bürünüp, ama farkedemediniz, çünkü beni de sizler gibi ayrılıklarında nefret kusan, ya da bir iliki başlangıcında daha ilk günden aşık olan kişilerden gördünüz. Eh, atalarımız boşuna; "kişi karşısındakini kendi gibi görür" dememişler. Ama ben aşkı yazarken sizin gözünüzden, sizin kimliğinize de bürünüp yazdım, "Sevgisizlim" bloğumda, nefreti de sizin içinize girip yazdım. Bir yazar sadece yaşadıklarını değil, gözlemlerini ve hissettiklerini de yazar.
Dün akşam yukarıda bahsettiğim arkadaşım, bana bir mesaj gönderdi; balkonda oturduğunu, ve önünde yakamoz, evinin arkasında bir gazino olduğunu müzik geldiğini anlattı. Mesajı sıkkın geliyordu. Evde yalnızdı. Ona dedim ki; "orada olsam seni yazardım". İnanmadı, "nasıl olur" dedi. "Bunu yapabilirim" dedim, hatta orda olmadan da... Ona sabah şu anda "www.cemuner-siirler.blogspot.com" daki "Yalnızım evde, kimse yok." adlı şiiri gönderdim. Şiiri okuduğunda; "sen benim beynime ve kaalbime nasıl girdin de beni yazabildin" dedi. Ona anlattım, yazar yazarken yaşar ve karaktere bürünür. Bir kez büründüm mü, seni de yazarım, olmayan birşeyi de, görmediğimi de, duymadığımı da... Bana "bugüne kadar her yazdığının senin duyguların ve o anki duguların olduğunu sanıyordum, ama şimdi inandım, sen başkalarının duygularını da yazabiliyorsun hem de görmeden, duymadan ve çok ta tanımadan..." dedi.
Sonunda istemeden de olsa birine gerçekleri gösterebilmenin mutluluğunu yaşadım.
O yüzden unutma; Ben benim, başka biri ya da herhangi biri değil... Ve ben sadece bana benzerim başka kimseye değil... O yüzden beni tanımak için, beni tanıman gerekir ama yine de çok zor işin...

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Napolyon ile aynı adada... (hikayenin tamamı)

Onunla aynı adaya düştüğümüzde, yıl 1814 idi. Düşman ordularının Paris kapılarına dayanmasının ardından, Napolyon imparatorluk tahtını bırakmak zorunda kalmıştı ve Elba Adasına sürgüne gönderilmişti. Benim orada olma sebebim ise çok farklıydı. Kendi sürgünümü yaşıyordum. Batı Akdeniz'de Korsika'nın doğusunda kalan İtalyan adasını seçme sebebim, adada özellikle demir cevheri ve mermer olmak üzere bazı madenler işletilmesiydi. Ve yaşadığım acıyı unutmak için bu madenlerde fizik gücümü kullanarak kendimi tüketip, bitkin bir şekilde beynime hiçbir düşünme imkanı tanımadan, o hasır yatağa girip sabah kadar uyumak ve ertesi gün tekrardan bu işkenceyi kendime uygulayarak, onu unutana kadar bu döngüyü devam ettirmekti. Ta ki Napolyon gelene kadar...
Boş günlerimde ise balıkçılığın gelişmiş olduğu, bu kıyıları çok girintili çıkıntılı adanın doğusunda kalan kıyıda, kendime yaptığım olta ile balık tutmak en büyük keyfimdi. Böyle zamanlarda da denizin uçsuz bucaksız maviliğine dalarak, kendimi bile unuturdum. Kendime geldiğim yegane anlar, çok ender de olsa oltama vuran bir balığın oltamı titretmesindendi.
Napolyon ile yine böyle balık tutmaya ayırdığı boş günlerimden birinde tanıştık. Zaman zaman İngiliz'ler ona adada gezinme izni veriyorlardı. Tabii ki yanında birkaç İngiliz askeri ile... Fakat Napolyon'un halk ile sohbet etmesine karışmıyorlardı. Hatta halk onu görmekten büyük keyif alıyor ve onur duyuyordu. İngiliz askerleri yine de onun yakınında kalıp, herhangi bir suikast ihtimaline karşı kendisini koruyorlardı. Bir kaç kez adanın merkezinde uzaktan da olsa görmüştüm onu, ama hiç yaklaşıp sohbet etme şansım olmamıştı.
Ayak sesleri duyduğumda dalıp gittiğim maviden irkilerek uyandım ve arkama baktığımda, İngiliz askerlerinin eşlik ettiği büyük kumandan Napolyon'un benim bulunduğum yere doğru geldiğini gördüm. Normalde ayağa kalkıp, saygımı sunmam gerekiyordu, ama o an oturduğum yere öyle yapışıp kaldım ki, kımıldayamadım bile... Giderek yaklaştı bana doğru... Birkaç saniye içinde yanımda bitivermişti. İngilizler de hemen arkamda tetikte... Yine bir hamle ile ayağa kalkmaya çalıştım, o eliyle dur işareti yaptı, lacivert frağını arkasında toplayarak diğer eli ile yanıma kayanın üstüne oturdu. Ben heyecan ve şaşkınlıktan tutulmuş bir vaziyetteydim, ağzımdan çıkarmaya çalıştığım tek kelime "bonjour" (günaydın) kelimesini kaç defa ağzımın içinde, dilimin etrafında döndürdüm bilemiyorum fakat çıkmadığını çok iyi hatırlıyorum.
- Bonjour Monsieur (günaydın beyefendi)
Kekeleyerek merhaba demeye çalışsam, bundan daha iyisini başaramazdım tahminen cevap vermeye çabalarken... Kafasını denize doğru çevirdi. Elini oltama uzattı. Bıraktım, almasına izin verdim. Ustalıkla kullanıyordu elindeki oltayı, "eh..." dedim kendi kendime; "kılıcı bu kadar ustalıkla kullanan bir imparatorun, basit bir oltayı kullanamayacağını mı düşünüyordun". Tüm dikkati denizin ufuk noktasında toplanmış gözlerine baktım. Bir an kendi bakışlarımı hissettim. İmparator, Napolyon Bonaparte, benim baktığım aynı noktaya benim baktığım gibi ve çok büyük ihtimalle, benim baktığım nedenle bakıyordu.
- "Monsieur" dedi. "Ordularınla bütün Avrupa'ya boyun eğdiren bir imparator olarak, bir kadının ufacık kalbine hükmedememek nedir bilir misin?".
Bu tarz cümleler benim alanıma girerdi; " Ordularla Avrupa'ya boyun eğdirmeyi bilemem ama bir kadının kalbine ufacık denmemesi gerektiğini çok iyi bilirim efendim."
İlk defa kafasını bana doğru çevirdi ve gözlerimin içine baktı. Saygılı, şaşkın ve ilgili bir bakıştı.
Yeniden gözlerini ve bakışlarını ufka doğru çevirdi.
- Benim Jozefin'im için geçerli değil bu...
Çektiği acı ve sıkıntıyı yüzünde görebiliyordum net olarak... Ama gözleri, gözleri farklı söylüyordu. Gözleri farklı bir dille konuşuyorlardı. Umut, çaresizlik, üzüntü ve sevgi iç içe geçmiş şekildeydi bakışlarında...
- Monsieur, kabalık olarak adledmezseniz eğer; bakışlarınızı görüyorum ve nedense bana bir tür hüzün veriyor. Sanki anlatacak bir hikayesi var gözlerinizin...
Daha da hüzünlendi gözleri, hafif doldular hatta... Göz kapaklarını kapattı yavaşça, biriken yaşları hapsetti içine... Bir imparator basit bir vatandaşın yanında ağlayamazdı. Bana doğru döndü ve;
"Peki, senin bir hikayen yok mu?" Dedi...
Napolyon bana hikayemi sormuştu. Şimdiye kadar kimseye anlatmadığım hikayem, imparator tarafından bilinmek istiyordu. Yok desem, inanır mıydı acaba? Ya da var desem ve anlatsam bir şey ifade eder miydi kendisine? Ne de olsa dillere destan olan bir aşkın iki kahramanından biriydi, imparator sıfatıyla yanımda oturan Napolyon... Jozefin'in aşkı, kocası, sevgilisi, tutkunu bu adam, böyle büyük bir hikayenin kahramanı, benim hikayemi öğrenmek istiyordu.
- Ben sevdiğimin kalbini kırmamak için, burada taş ocaklarında taş kırıyorum. Kalbimi de katarak kırdığım taşların içine ve tüm gücümle vuruyorum, elimdeki kazmanın en keskin tarafı ile...
- Peki, işe yarıyor mu? Yani tavsiye eder misin?
- Keskin rüzgarın tüm vücudunuzu döverken, aynı zamanda güneşin size sıcak ile işkence etmesini engelleyemezken, taşların üstüne kazmanızı her indirdiğinizde, yüzünüze ve vücudunuza sıçrayan taş parçalarının verdiği acı, size diğer tüm acıları unutturabiliyor efendim.
- Yani acıyı, acı ile mi iyileştirmeye çalışıyorsun? Anladım. Aslında çok yabancı değil. Savaşlar esnasında, sevdiğim kadına yazdığım mektuplara cevap alamadığım her günün ertesi, ordumun en başında, tüm kılıç darbelerine göğüs gererek savaştım. Vücuduma değen her bir kılıç darbesi, beni ölüme bir adım daha yaklaştırıyordu. Çektiğim acıyı sanki ölümle veya yaralanarak çekeceğim acı ile dindirebileceğimi zannediyordum.
- Peki, becerebildiniz mi efendim?
- Bak bana, gözlerime bak. Gözlerimde görmüş olduğun şey, sence dinmiş bir acı mı, unutulmuş bir aşk mı?
- Hayır efendim sanmam.
Yeniden başını denize doğru döndürdü. Bakışlar yine boşlaştı.
- Anlatmaya devam et genç arkadaşım... Neden bu acıyı kendine yaşatıyorsun? Kim bu genç bayan ve ne yaptı sana?
Gerçekten duymak istiyor muydu bunu acaba? Neden benim hikayem ile bu kadar ilgileniyordu ki?
- Dinliyorum genç dostum, bu yaşımda, bu acı ve üzüntüyle her dakikamız değerli... Bundan birkaç saat sonra ne olacağımızı bilemem. Bu şerefsiz İngiliz'ler her an boynuma yağlı ipliği geçirebilir veya bir İngiliz celladı çok büyük keyifle kellemi uçurabilir. O yüzden anlat dostum, anlat ve benim kalbimdeki acıyı hafiflet.
- Benim anlatacaklarım hafifletebilecek mi sizce efendim acınızı?
- Bu dünyada benim çektiğim acının bir benzerini çeken birinin daha olduğunu bilmek ve çekilen acıyı paylaşmak, her zaman hafifletir dostum, her zaman...
Bir an düşündüm, nasıl hafifletebilir benim yaşadığım acı, onun acısını ki? Peki, anlatmamam ne kazandırırdı bana veya ona? Anlatarak hafifleyebilirdi belki benim acımda...
- Herkese her şeyin anlatılmayacağını öğrenmiştim son maceramda... Monsieur, belki de her şeyi anlatacağım son "herkes" olacaksınız. Ne de olsa, son sevgimi ve aşkımı, çok fazla şey anlatmaktan kaybetmiştim. Bana; "Seni bu yüzden seviyorum ama..." demişti son konuşmamızda... Ben de; "Bu yüzden seviyorsun ama anlattıklarım yüzünden de, zarar verdin ilişkimize... Anlatmamak en iyisi olurmuş demek ki..." demiştim. "Anlatmasaydın, seni sen olduğun için sevemezdim ki... Yalan bir sen olurdun." dediğinde, onun bende neyi sevdiğini anlamadığını, anlamıştım. O beni sevmiyordu, çünkü gerçek ben o hikayeleri yaşayan ve karşısında duran bendim. Onun sevdiği hikayelerdeki karakterdi.
- Nasıl bir karakter senin hikayelerindeki peki?
- Benim hikayelerimdeki karakter hep aynı; açık, her şeyi konuşabilen, sonsuz dost, sevgiyi arayan ama basit "aşk" kavramlarına karşı ve aşkı yaşadığı zaman gerçekten unutmayıp, kalbinin son vuruşuna kadar aşkını veya aşklarını orada sevgi ve saygı ile taşıyan bir karakter...
- Sevdim bu karakteri...
- Merci monsieur, sevilen bir karakterdir genelde zaten... Sevmeyen, elde edemediği için sevmez bazı huyları onda... Seven ise her şeyi ile sever. İşte bu yüzden onun beni değil de, hikayedeki karakteri sevdiğini düşünüyorum. Çünkü karakter benim, ben o karakterim. Ben gerçeğim, o ise hikayelerde... Hikayelerdeki her zaman tatlı gelir, ama gerçek zordur monsieur, gerçek kolay değildir.
- Peki neydi zor olan gerçekte tam olarak, tüm bu eski sevgililerin hala hayatında olması mı hikayedeki karakterin? Dost olarak silemiyor değil mi onları?
- Silemiyor ve silmemesi de gerekiyor. Onları silmesi yaşananlara ve arkadaşlığa saygısızlık olmaz mı sizce efendim? Siz ikinci eşinizle evlendiğinizde, eski eşiniz Madame Jozefin'e her şeyi vermediniz mi, ihtiyacı olduğunda? Onu silip attınız mı hayatınızdan, doğru olur muydu bu?
- Genç dostum sana bir şeyler vermiş olan kişileri ki, en kötü ihtimalle sana zamanlarını vermişlerdir, asla silmemelisin hayatından... Ve Jozefin bana o kadar çok şey verdi ki, onu silmek demek, hayatımı silmek, kendimi silmek demek olurdu.
- Size katılıyorum efendim... Geçmişinizi silmeniz, kendinizi silmek ve kendinizi unutmak ile aynı şeydir. Tabii ki geçmişi geleceğe taşımak ta iyi değildir. Ama geçmişteki kişilere gerekli saygıyı ve sevgiyi göstermek gereklidir. Geçmişine saygı duymayan bir insan gelecekten nasıl saygı bekler ki... Ve eğer sizin geçmişiniz, karşınızdaki kişinin geçmişinden daha uzun ve kalabalık ise, bu saygı görmemeniz anlamına gelmez. Yaşanan her şey kutsaldır bu hayatta, ne de olsa Tanrı'nın yarattığı bir hayat döngüsünde Tanrısal seçimlerimizle yaşıyoruz. Yaşananlara yapılan saygısızlık Tanrı'ya da yapılmış olur.
Durdum. Beni anlayabiliyor mu acaba diye merak ediyordum.
- Neden durdun genç dostum, bir şey mi oldu?
- Hayır efendim, sadece ne kadar ileri gittim veya kendimi size ifade edebiliyor muyum diye merak ettim.
- Genç dostum, kendini bu kadar açık ve net ifade edebilen birisini daha tanımadım sana kesin olarak söyleyebilirim. Ve anlattıklarınla, kendini dinlettiriyorsun.
- O da böyle söylerdi.
- Dinlemeyi seviyordu seni değil mi?
- Sanırım evet...
Seviyordu dinlemeyi biliyorum. Ona hep şöyle derdim; " Hikayelerim bittiğinde, sen de çekip gideceksin gibi geliyor bana..."
- Seviyordu ama hikayelerim bittiğinde, biz de bittik. Çünkü hikayelerdeki karakteri, gerçekte karşısında bulmuştu. Ve korktu sanırım efendim...
- Neden korktu? Bunca hikayeyi geçmişinde taşımasından mı? Peki, hissetmedi mi ne kadar özel olabileceğini ya da hissettiremedin mi?
- Yapabildiğimi sanıyordum efendim... Ama sanırım olmamış. Anımızı ve geleceği yaşamak yerine geçmişle yaşamayı tercih etti. Sanırım andaki ben, geçmişteki ben kadar kuvvetli olamadı üstünde...
- Bu kötü... Peki, geçmiş sana bir hata yaptırdı mı onunlayken?
- Asla efendim... Hiçbir hataya yer vermedi o andaki ben... Vermemeliydi zaten, hep şunu söylerim "hak etmek için, hak edecek şekilde yaşamak gereklidir".
- Bunu sevdim genç dostum... Bazı cümlelerin filozof gibi, bazıları ise Shakespeare usta ile aynı kıvamda... Tam olarak felsefi bir aşık olarak tanımlayabilirim seni sanırım.
Napolyon sözünü bitirdiğinde, İngiliz askerler yanımıza geldiler.
- Majeste artık dönmemiz gerekiyor.
- Tabii ki...
Bana baktı ve elini uzattı.
- Enchanté monsieur... Sizi yeniden görmek ve sohbetinizi dinlemek isterim.
Ayağa kalktım, elimi uzattım ve tokalaştık.
- Tabii ki efendim ben de onur duydum sizinle tanışmaktan ve elbette ki sizinle tekrar sohbet etmeyi ben de isterim. Haftaya bu saatlerde ben yine burada olacağım.
- Yani sizin sohbetinizi dinlemek için bir hafta beklemek zorunda kalacağım öyle mi? Genç dostum, ben giderek gençleşmiyorum, söylemiştim size... Sizi çalıştığınız madende ziyaret edeceğim, oradaki çalışmalarınızı da merak ediyorum. Hem bakarsınız bana da deneyiminizi yaşamak için bir fırsat verirsiniz. Bu İngilizlerin beni o halde görmekten büyük keyif alacağını sanıyorum.
Gülümsedi... Ben de aynı şekilde gülümsedim kendisine...
- Bu tavsiyeme kulak verin genç dostum, siz de vakit kaybetmeyin hiçbir şeyde...
- Etmedim efendim, etmedim zaten...
- O zaman neden buradasınız?
- İkinci ziyaretinizde sohbetimi daha keyifle dinleyecekmişsiniz gibi bir his var içimde efendim.
Yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Benim ne demek istediğimi anlamıştı.
- Au revoir monsieur, a bientot... Sabırsızlıkla bekliyor olacağım.
- Au revoir monsieur... Ben de....
Ertesi gün, madenlerdeki acı çekme seanslarıma sabahın erken saatlerinde başlamıştım. Güneş tepeye çıktığında benim çektiğim acı da en tepe noktasına ulaşacaktı. Üstümdeki gömlek, toz ve terden renk değiştirmişti... Bedenim gitgide yaptığı hareketleri otomatikleştirmeye, kollarım ve bacaklarım hissizleşmeye başlamıştı her zamanki gibi… Birden gölgesini gördüm, yanlara doğru geniş olan, ona özgü şapkanın gölgesi, elimdeki kazmamı indirmeye çalıştığım kayanın üzerinde belirivermişti. Kazmamı onun gölgesinin üstüne bile olsa indiremezdim. Durdum, alnımda biriken terleri gömleğimin kol kısmıyla sildim. Sesi her zamanki gibi emperyaldi.
- Bonjour monsieur, ça va?
- Bonjour monsieur, tres bien et vous?
- Merci. Sizi uzaktan seyrediyordum. Kayalara, elinizdeki kazmayı indirirken yüzünüzde oluşan ifade çok ilginç… Dün anlattıklarınızdan sonra, intikam ifadesi beklerken ben yüzünüzde, tek gördüğüm ifadesiz, natürel ve yaptığı işi dikkatli yapmakta olan birinin yüz ifadesiydi. Hatta kendinizden intikam alıyormuşsunuz gibi bile algılanabiliyor bu ifade.
- Bir nevi öyle efendim… Tek yapmakta olduğum kendime indirmek aslında bu kazmayı… Kendi nefsime, düşüncelerime, kalbime sallıyorum bu keskin aleti her seferinde…
- Neden peki kendinizi mi suçluyorsunuz olanlardan?
- Hayır monsieur… Pardon izninizle…
Tepeye doğru döndüm ve orada duran şantiye şefine seslendim, mola vermeliydim, bu sohbeti devam ettirebilmek için.
- Monsieur Le Maitre, mola verebilir miyim?
Şantiye şefi bana baktığında yanımda duran ekselanslarını gördüğünde, beyninden vurulmuş gibi bir ifade belirdi yüzünde… Bu ifadeyi metrelerce öteden bile görebilirdiniz. Şaşkınlık, şok ve bir reverans ile bana izin verdiğini belirten hareket birbirine girmişti. Sanki izni benim gibi bir işçi değil de, yanımda duran imparator istemişti. Elimdeki aleti oraya bıraktım, kenarda duran kovaya, hemen yanında duran kepçeyi daldırdım ve alabildiği kadar su ile doldurup, dudaklarımdan aşağıya boşalttım güneşin altında artık ısınmış suyu…
- Buyurun monsieur, sizi biz işçilerin dinlenmek için kullandığımız, konforlu alanımıza götüreyim.
Bu cümlenin üstüne en fazla 10 adım atmışızdır. Durdum ve elimle orada üstü düzleştirilmiş bir kayayı göstererek;
- Buyurun, dedim…
Napolyon’un yüzünde “bunu bekliyordum”, şeklinde bir ifade vardı. Yine frağının arkasını sol eli ile topladı ve kayanın üstüne yavaşça oturdu. Halinden hiç rahatsız olmamış gibi bir görüntüsü vardı. Elba adasındaki hayatı, sanırım onun birçok lüksünden vazgeçerek, işçi sınıfının yaşadığı tarzda bir hayat sürmeye alışmasına neden olmuştu. Tek vazgeçmediği, imparatorluk kıyafetleriydi.
- Bu sıcaklarda, üstünüzdeki kıyafetlerle zor olmuyor mu efendim?
- Sevgili dostum, bir kez imparator oldun mu, hep imparator gibi davranmak ve imparator gibi giyinmek gereklidir. Bunu sana şöyle açıklayayım; bir kez sevdin mi, hep sevmek zorunda olduğun ve buna uygun davranmak zorunda kalman gibi… Bazen bu sevgi seni zorlar, zor durumlarda bırakabilir, ama sen üstüne edinmiş olduğun sevme görevini ve giymiş olduğun bu sevgi kıyafetini asla bırakamazsın. Bir kez bıraktın mı, bir daha ya sevemezsin ya da sevilmezsin. İmparatorluk ta böyle bir şey; bir kez bıraktın mı olmayı, bir daha ya olamazsın ya da oldurmazlar. Anlatabilmişimdir umarım.
- Çok iyi anladım efendim, hem de çok iyi…
- Güzel… O zaman seni dinlemeye devam etmek isterim bugün, dün kaldığımız yerden… Andaki senden bahsediyordun, geçmişteki sen kadar kuvvetli olmadığından…
- Evet monsieur… Zaman sizi olgunlaştırırken, aynı zamanda sizden özellikle aşk konusundaki çocuk oyunlarına karşı sabrı ve tahammülü ortadan kaldırır giderek… Dolayısıyla geçmişteki ve hikayelerdeki ben bu anlamda çok daha iyi bir sevgili, bugünkü bene göre… Erken yaşlarda aranan heyecanlar, katlanılabilen durumlar, heyecan yaratan şeyler gitgide, çocuksulaşmaya, yerini çok daha farklı heyecanlara bırakıyor genelde aşkta ve sevgide…
- Haklısın sevgili dostum, hem de çok haklısın.
- Bir de buna yılların yorgunluğunu, geçmişin az da olsa yıpranmışlığını eklediğinizde, en ufak bir olay, cümle hatta bir kelime bile olayı kopma noktasına getirebiliyor. Bir yandan hayata karşı sabrımla övünen ben, artık aşk ve sevgide zorla karşılaşmaya, aşkın ve sevginin haricinde bir ilişkide olabilecek problemlerle uğraşmaya karşı sabırlı olamadığımı görmüştüm. Görmüştüm derken aslında bunu biliyordum. Bana anlamsız gelebilecek zorluklara katlanmak zorunda olmadığımı, çok daha kolay yaşayabileceğim ilişkiler olduğunu biliyordum. Ama denemek istemiştim, sonunu bile bile, olacakları göre göre…
- Ve işte bu noktada kendine kızıyorsun değil mi sevgili dostum.
- Evet mon seigneur, ve bu kızgınlığımı atamıyorum da üstümden…
- Neden böyle bir durumun içine soktuğumu kendimi, anlam veremiyordum. Bana göre olmayan bir ortamda yaşamaya başlamıştım. Aslında bu da çok doğru olmadı, bakarsanız; aslında O tam da bana göreydi, ama durum hiç değildi.
- Nasıl yani burayı çok anlayamadım?
- Sanırım ben biraz daha açıklamalıyım efendim.
- İyi olur. Mesela neden O tam da sana göreydi?
- Bana göreydi, çünkü benden gençti ve enerjisi fazlaydı. Bu ilişki için önemliydi benim için… Fazla enerjim olmadığını bir ilişkiyi sürükleyecek kadar, çok iyi biliyordum. Genç olmasına karşın kültürü, kişilik yapısı, gördüğüm kadarıyla yaşının üstündeydi. Bu da başka bir artı olarak gözüküyordu benim için… Sanata ve edebiyata olan merakı da beni etkileyen unsurlardandı. Tüm bunlar uzun zaman sonra benim ilk kez böyle bir ilişkiye adım atmama yardımcı olmuştu.
Durdum, gözümün önünde canlandı o anda her şey… Ekselansları bana bakıyordu, o anı yaşamama izin verecek bir suskunluk anı oldu.
- İyi misin?
- İyiyim efendim teşekkürler…
- Peki… O zaman şimdi de neden sana göre değildi, bunu anlatacaksın sanırım bana…
- Evet… Bana göre değildi, çünkü hayattan öğrenmesi gereken çok şey vardı. Benim tüm bunları öğretebilecek tecrübem, bilgim ve donanımım vardı ama söylediğim gibi enerjim yoktu. Ve bu enerji azlığı, sıkıntıyı aşabilecekken uğraşmak için çaba göstermek yerine, bırakıp gitmeyi, uğraşmamayı getiriyordu.
- Anlıyorum sevgili dostum, zor bir durum…

O anda Mon Seigneur’ün sesi duyuldu. Bana sesleniyordu.
- Jean Luc!
Ekselansları ve ben aynı anda sesin geldiği yere döndüğümüzde, Mon Seigneur’ün reveransla eğilerek imparatoru selamlaması ile karşı karşıya kaldık. İmparator hafif başını öne eğerek selam verdi karşılığında. Ben, bana söyleneni anlamıştım, işe geri dönmem gerekiyordu. Döndüm ekselanslarının yüzüne baktım, derdimi anladığını düşünerek… Hafifçe gözlerini kapatıp açtı, tamam demek için… Normal zamanda böyle bir durumda rahatsız edildiğinde herhalde şantiye şefi, kalan hayatına benim gibi taş işçisi olarak devam ederdi. Fakat burada ekselansları misafir mahkum statüsündeydi. Yani şantiye şefi için yapabileceği bir yaptırım yoktu. O yüzden sesi çıkaramamıştı. Ama sinirinden yüzünün kızarması ve dişlerini sıkması, aklından geçenleri çok net ortaya koyuyordu.
- Au revoir monsieur…
- A bientot mon cher ami… Buralarda olacağım. Kolay gelsin size… Ve yine de kendinize çok yüklenmeyin, çünkü henüz bu konudaki sıkıntınız çok anlayabilmiş değilim. Dolayısıyla bu cezayı çekmenizi anlam verecek durumda değilim.
İçimden ben de diye düşündüm o an, ben de anlamıyorum neden bu saçma acıyı çekiyorum. Hem de hiç gerek yokken böyle bir şeye…
Bugünü takip eden birkaç gün içerisinde, Napolyon’u hiç görmemiştim. Aslında o günden sonra hiç görmedim kendisini… Orada, adada mıydı, balık tuttuğum yere gidiyor muydu, taş ocağına geliyor muydu hiç bilmiyorum. Son konuşmamızı yaptığımızın ertesi günü, Elba adasını terk ettim. Yapmam gereken tek bir şey vardı. Buraya geldiğim küçük yelkenlime binip, rüzgarın beni sürükleyeceği bir başka adaya gitmek. Belki hayatımı böyle adaları ve limanları dolaşarak geçirmek çok daha keyifli ve güzel olacaktı. Öğrendiklerim; limandaki iskelenin yeni olmasının, sağlam olduğunu göstermemesiydi, tabii eski olması da buna bir garanti değildi. İskelenin büyük ya da küçük olması da senin gemimi uzun süre barındırabileceğimin bir garantisi değildi. Bu yüzden gönlümün istediği iskeleye istediğim zaman demirleyip, istediğim zaman demir almak üzere şişirdim yelkenlerimi, rüzgarı arkama alıp… Adayı geride bırakırken, bir önceki iskeleden kalma kötü anıları da denize döküp, Adriyatik denizinin acımasız köpek balıklarına yem ettim.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Niye kadınlar hep erkeklerin peşlerinden koşmalarını ister? Yoksa herkes Napolyon'un şu meşhur sözünü mü okumuş?; "Aşk ve muharebe birbirinden çok farklıdır. Birinde kaçan diğerinde kovalayan kazanır." İşte Napolyon'la bu noktada anlaşamıyoruz. Benim aşkımda bana gelen kazanır, kovalanmak isteyen ise koşmaya devam etsin, belki bir tutan olur kendisini...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Hayal ve Gerçek...

- Peki ya öncesi?
- Unut dedim sana öncesini... Şimdi sen varsın, boş versene öncesini... Tadını çıkar sürdüğün hükümdarlığın hayatımda...
- Ama o kadınlar heryerde...
- O kadınlar heryerde, ama sen tek bir yerdesin, bunu bir anlasan.
- Nasıl yani?
Elini aldı kızın ve kalbinin üstüne koydu çocuk...
-İşte aranızdaki fark... Onlar heryerde ama yanlızca sen buradasın, tam burada...

1 Ağustos 2010 Pazar

İsra...

Ben şeytanınım, aynı zamanda ben meleğinim. Ben sana bazen kötü şeyleri yapmanı söylerim, bazen iyi şeyler yapmanı... Sana bazen anlatırım yapman gerekeni, bazen bırakır seyrederim yapmanı. Benden hep bir işaret beklersin, bazen veririm, bazen seni çok uzun bekletirim. Kimi zaman kulağına fısıldarım, kimi zaman avazım çıktığı kadar bağırırım. Söylersem eğer bir şey, hep bir açık ararsın. Söylemezsem de neden sustun diye isyan edersin. Sen benden şüphe ederken, ben senden asla etmem. Sen benim, önüne koyduğum fırsatlar için bana teşekkür etmezken, koymadıklarım için hep beni suçlarsın. Seni asla yanlız bırakmazken ben, hep ne kadar çaresiz ve yanlız olduğundan dert yanarsın.Ben sana bişiler verirken asla yetmez, vermezken ise hiç yetmez zaten... Sana bir sürü kanıt sunarken, sen hala başka kanıtlar arasın sana anlatmak istediklerim için... Ben çok açık yaklaşırken sana, sen benden hep saklamaya çalışırsın brişeyleri ve aslında sakladığını sanırsın. Çok açık mesajlar da versem, kullanmazsın aklını, tercihler de sunsam çokça sana, düşünmezsin üzerlerinde... Hep benim halletmemi istersin, ben senin kendi dilediğini yapmanı beklerken... Ve böylece geçer gider fırsatlar sana sunulan... Ben sana açık kanıtlar vermişken, sen ya gözünü kapatır kulağını açarsın, ya kulağını kapatıp, gözünü açarsın. Ben senle her an, her saniye konuşurken, senin ağzından lafı kerpetenle alırım. O lafı da zaten öle bir edersin ki, sen dahil kimse anlamaz seni... Sana o kadar yakınım ki, anlamazsın beni ve çok uzakta hissedersin. Ve o kadar yakınken yokedersin beni... Hep uzaklarda ararsın. Ama yakında göremediğini, uzakta da bulamazsın. Her üzüntünde, başarısızlığında, kaybettiğinde, hastalandığında, yaralandığında ben hep yanındayımdır ama görmezsin, göremezsin beni ve hep neden orda olmadığımı sorgularsın, görmeye çalışmak yerine senin dibinde durduğumu aslında... Ben sana sandığından da çok yakınım ve ben seni sandığından da çok seviyorum. Sen bunu keşfettiğinde gerçek beni bulacaksın, aramayacaksın hayır, dedim ya yanıbaşındayım. Sana senden daha yakınım, seni senden daha iyi tanıyor ve seni senden daha iyi anlıyorum. Senin tam içindeyim aslında... Ben senim... Sen de bensin... Hayatındaki herşey senin elinde... Sen yaratırsın herşeyi, benim yarattığım gibi... Yoktan var edersin herşeyi, benim yaptığım gibi...Tüm yaptıklarınla ilgili sen kendi kararını veririsin. Kendi iyiliğine ödülü, ve yine kendi kötülüğüne cezayı da sen veririsin. Sen benim ruhumsun, ben de senin...Ben senin nefsinim, sen de benim parçamsın. Ben senin Tanrı'nım. Sense Tanrı'nın ta kendisi...
"Oku kitabını... Hesap görücü olarak sana nefsin yeter" (İsra suresi 14. ayet)

23 Temmuz 2010 Cuma

O Paris olmalı...

O Paris olmalı…
Ben Roma’yım, o Paris olmalı… Uzaktan da olsa hayranlıkla izleyebileceğim ve hep ona gitme hayali kurabileceğim bir şehir gibi... Ve her varışımda kapanıp üzerine defalarca öpebileceğim. Mireille Mathieu bizi düşünerek söylemiş olmalı yıllar öncesinden “Une Histoire d’Amour”u (Bir aşk hikayesi). O Paris olmalı.
Ben Roma’yım, o Paris olmalı… Sarayları olmalı, karakterini temsil eden asil, klasik… O saraylarda yalnızca ikimize özel balolar düzenlenmeli. Balon etekler giymeli benim için saçlarını lüle lüle toplamalı, elinde yelpazesi, dans etmeliyiz, çalarken orkestra… En büyük salonunda sarayın, devasa kristal avizeler aydınlatırken ve 16. Louis otururken tahtında, hayranlıkla izlemeli aşkın dansını… Yves Montand orkestra eşliğinde söylemeli “Je t’aime pour toutes les femme que je n’ai connues” (tanımadığım bütün kadınlar için seviyorum seni).O Paris olmalı.
Ben Roma’yım, o Paris olmalı… Düşüncelerinde, metro ile dolaşır gibi Paris’te, her yere on beş yirmi dakikada gidebileceğim, kıvrımları olmalı. Karışık gözükmeli ama kolayca keşfetmeliyim dolanırken, benim için renklendirmiş olduğu, kullanacağım yolları… Kaybolmamalıyım düşüncelerinde… Edith Piaf’tan “La Vie en Rose” (pembe hayat)çalmalı yolculuklarım boyunca... O Paris olmalı.
Ben Roma’yım, o Paris olmalı… Bir Eyfel kulesi olmalı demirden yıkılmaz, aşkını, sevgisini gösteren… Her yerden baktığımda görebilmeliyim o kuleyi… Görmesem de bilmeliyim orada olduğunu ve olacağını… Herkes bilmeli ki O aşk için yaratılmış. Gidip görmek isteyen görebilmeli, ama sahip olamamalı. Başka aşıklara ilham vermeli. Ama sadece benim olmalı. Enrico Macias söylemeli “Si tu n’existais pas, dis-moi pourquoi j’existerai” (sen olmasan ben ne için var olacaktım). O Paris olmalı.
Ben Roma’yım, o Paris olmalı… Bir yer olmalı içinde, en tepede, sanata ve edebiyata ayrılmış. Orada buluşmalıyız onunla ve konuşmalıyız; sanattan, kitaptan, dinlerken müziğimizi… Tatmalıyız en değerli şaraplarından, sohbetimize katık ederek… O’nun Montmartre’ı olmalı. Orayı sadece sanata ve edebiyata değer verenler bilmeli ve dinlemek için gelmeli orada anlatacağım hikayelerimizi… O resmimi çizmeli benim kara kalemle ya da fotoğraflamalı, ölümsüzleştirmek için sevgimiz… O anda Adamo eşlik etmeli sohbete kadife sesiyle; “L’amour te ressemble” (aşk sana benziyor). O Paris olmalı.
Ben Roma’yım, o Paris olmalı. Uzun bir caddesi olmalı, her zaman çıkıp yürüyebileceğim ve her yürüyüşümde farklı bir keyif yaşayabileceğim. O caddede her yürüyüşümde, ondan bir parça alabilmeliyim ama karşılığını ödeyerek, aynı alışveriş yapar gibi Champs Ellysées’de ve Paris hatıraları alır gibi… Aldığım her şey onu hatırlatacak birer anı olmalı, o uzun yolda… Ve o bana eşlik etmeli her seferinde ben yürürken, rehberim olmalı; Natalie’si gibi Gilberty Becaud’nun… O Paris olmalı.
Ben Roma’yım, o Paris olmalı. Sonbahar gibi olmalı, Paris’in sonbaharı gibi… Yapraklarını dökerken bile ağaçları, güzelliğinden bir şey yitirmemeli O... Hatta bu mevsimi en güzel zamanı olmalı hayatının… O döneminde hayatının aşk daha da artmalı ona karşı… Ve hep o mevsimde yaşamak istemeliyim onda… Edith Piaf bize ulaştırmalı, sanki hayatımızın o dönemi için yazılmış şarkısını pikabımızdan, hafif cızırdarken melodi; “Les Feuilles Mortes” (ölü yapraklar). O Paris olmalı.
Ben Roma’yım, o Paris olmalı. Aşk olmalı, sevgi olmalı. Bağırmalı bunu tüm dünyaya ve kabul etmeli herkes o şehr-i aşkı... Tüm bahçelerinde yaşayabilmeliyim o sevgiyi… Notre Dame’ı olmalı, önünde dünyanın merkezinin işareti olmalı, benim dünyamın… İmkansız olmamalıyız, Zangoç ile Esmeralda gibi… Uzaktan sevmemeliyiz. Lara Fabian’ın dediği gibi sevmeli beni “Je t’aime” derken… Ben onu tüm şarkılarla severken… O Paris olmalı.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Ben Roma'yım!

Kendimi bir şehirle özdeşleştirmek istesem, hangisi olurdu diye düşündünüz mü hiç? Ben düşündüm, hem de çok kez… Ama sanırım artık biliyorum.
Ben Roma’yım.
Ben Roma’yım. Bir zamanların en büyük imparatorluğuyum. Dünyaya hükmettim çok uzun bir süre… Ulaşılması en zor, en zor ele geçirilen, herkesin korktuğu bir imparatorluğum ben… Bir başkentim. Ama eskidim, hükmüm yok artık fazla, eski bir imparatorluk, eski bir başkentim ben…
Ben Roma’yım. Dünyanın en büyük antik şehriyim. Görülmesi gereken bir yer… Ama gel gör ki, şimdi sadece kalıntılarım var görebileceğin… Açık bir müze gibiyim herkesin rahatlıkla gezebileceği… Ama tek görebileceğin, o eski ihtişamın kalıntıları ve müzelerim… İçlerinde büyük hikayeler barındıran kalıntılarım ve müzelerim… Tek yapman gereken anlamak için bakman, her şey öyle ortada ki, sanki bir açık hava müzesiyim. Ben Roma’yım.
Ben Roma’yım. İçinde en büyük aşklardan birinin yaşandığı şehirim ben… Sezar ve Kleopatra’nın aşkının merkeziyim. Brütüs’ün ihanetinin belgesiyim ben… Her savaştan galip çıkan general Maksimus’un sevgili şehriyim ben… Ben Sezar’ım Kleopatra’ya aşık olan, ben Brütüs’üm Sezar’a en yakın olup ta ihanet eden ve ben Maksimus’um her savaştan galip çıkan… Ben Roma’yım.
Ben Roma’yım. İçimde dünyanın en büyük hazinelerini barındıran, hatta dünyanın yedi harikasından birisiyim… Ben Coliseum’um, benim meydanımda ve tanıklığımda oldu tüm büyük karşılaşmalar… Benim içimde yaşıyor o şanlı gladyatörler ve içimdeki aslanlara karşı savaşıyorlar. Ama hep galip gelen benim, ne gladyatörler ne de aslanlar, kimin kazandığı fark etmiyor. Hep ben kazanıyorum. Ben Roma’yım.
Ben Roma’yım. Dünyadaki en büyük inanç sistemlerinden birinin başkenti içimde ve onun askerleri var kimsenin tanımadığı ve çok az kişinin gördüğü… Onun sınırlarından içeri girmek kolay değil… Hem de hiç! Ancak o inancın önüne gelip seyredebilir ve belli bölgelerine girebilirsin. Bu da sana yetmez. Daha fazlasını bilmek istersin ama inancın yetmez. Ben Roma’yım.
Ben Roma’yım. Bir zamanlar dünyanın yaklaşmaktan korktuğu… Şimdi ise herkesin ziyaretime geldiği ve topraklarımda serbestçe dolaştığı… Hatta yasak olmasına rağmen tarihime el sürdüğü… Müzelerim ve tarihim herkese açık… Ziyaret saatleri belli… Beni anlaman için üç gün yeter… Sınırlarım çok ta uzaklara dayanmıyor. Ben Roma’yım.
Ben Roma’yım. Aşıklar için bir çeşmem var. Dileklerin için de… Atacağın paralar bende geçersiz. Ama dileklerin yerine gelir. Ben bunun için o çeşmeyi açık bırakıyorum halen... Bazıları da seyreder o çeşmeyi ve dilekleri gerçekleştirdiğimi ama cesaret edemez dilemeye… Tarihte çok aşk dileğini gerçekleştirdim ben, sen de dene... Bilmiyorsan söyleyeyim. Ben Roma’yım.
Ben Roma’yım. Dünyanın en büyük mezarlarından birine sahibim ve bu mezarı yemek yerken seyredebilecek bir meydana… Pantheon derim ben ona… Mezar anlamında… Mezara girmen yeni bir hayatı başlatır başka bir boyutta… Söyle bana dünyanın neresinde bir mezarı yemek yerken seyredebilirsin, yani ölümü, yaşarken seyredebilme şansın var? Hem ölümü hem yaşamı görebilir misin? Hem hayatın, hem ahretin en büyük iki zevkini aynı anda tadabilirsin? İşte bu yüzden ben farklıyım. Ben Roma’yım.
Ben Roma’yım. Biraz ötem Milano; modanın başkenti, biraz berim Floransa, sanatın şehri… Aşağısı Venedik, bir şehir ki çok romantik, yukarısı Toskana, sarp dağlarıyla… Ama hepsinin merkezinde ben varım, ben olmasam, imparatorluğum olmasa, olmazdı bu nadide yerler... İşte ben bu yüzden Roma’yım.
İçimde halen bir Sezar var hükmeden bu şehre… Ve halen aramakta Kleopatra’sını her yerde… İşte ben Roma’yım. Bulduğumda yeniden kuracağım imparatorluğumu ve hükmedeceğim yedi denize, askerlerim ve ordularımla… Çünkü ben inancın merkeziyim asırlardır. İçimde bir başka imparatorluk var ki yıkılmayacak kolay kolay… Ve her savaşım hayatla birer haçlı seferi gibi, tek farkım bu seferlerde, taşıdığım haç denen tahta değil, kanlı canlı kalbim… Ben Roma’yım!
Aşıkların şehri, dileklerin olduğu, ölümle yaşamı içinde barındıran, savaşların her zaman en zorlularını yaşayan, her kaldırım taşında bir hikaye saklı olan, tarihi olan eski bir imparatorluğum ben, halen dünyaya hükmeden… Ben Roma’yım, Roma!

20 Temmuz 2010 Salı

Kararsızlık...

Bilemiyorum. Kolay değil ona eminim. Ama işte emin olamadığım, zoru ne kadar taşımak istediğim. Zorla uğraşmaya mecbur muyum? Hayır tabii ki de kesinlikle değilim. Uğraşmayıp akışına bıraksam ne olur? Zaman kaybı belki, belki kafanı meşgul eden bir olay haline de gelebilir… Peki bunlara değer mi? Bilemiyorum. Karar vermek zor. İniş ve çıkışlar var. Bunlar hoşuma gidiyor mu? Bazen evet, bazen hayır… Eğlenceli mi? Evet eğlenceli… Eğlenceli olması bunlarla uğraşmaya değer mi? Sanmam ama dedim ya bilemiyorum. Bir yanım kal ve gör diyor. Bir yanım ise, aklımı meşgul ettiğime kızıyor. Kontrol etmeye çalışsam da olmuyor. Ne biçim bir şey bu? Bastırmaya çalışıyorum, zorlanıyorum. Rahat bırakıyorum kendimi, bu sefer de rahat batıyor.
Zor gerçekten zor… Beklesen bir türlü, beklemesen bin türlü… Bir gün beklemekten vazgeçtiğinde, ya olursa? Ya hep beklersem ve hiç olmazsa… Zaman önemli mi benim için? Evet önemli, hayatımın 35 yılının nasıl geçtiğini anlamadım her ne kadar çok dolu dolu geçtiyse de… Peki kalan senelerin garantisi var mı, 1, 5 veya bir 15 sene daha var mı hayatımda, hayatımızda? Bilemezsin ki? Peki yarının yokmuş gibi mi yapmalı hayatımın geri kalanındaki gibi, yoksa yarını bekle bakalım neler olacak gibi stresli bir bekleyiş mi daha iyi bu durumda? Zor soru… Cevap ta hiç kolay değil.
Peki bu durumda kontrol edebileceğim bir şey yok mu acaba? Düşünüyorum ama yok sanırım. Belki de ilk defa kontrolümün dışında oluşmasını beklediğim bir olay ile karşı karşıyayım. Ne yapılacağını biliyor muyum? Hayır tabii ki de bilmiyorum. Bildiğim şeyler sadece “bekle ve gör” den ibaret… Peki bekleyecek miyim? Bu sorunun cevabını merak mı ediyorsun? Bekle ve gör o zaman…

Romantizm...

Romantizm herkesle yaşanmaz üstadım. Herkesle yaşamaya çalışırsan bu mereti roman olur senin romantizm... Hikaye yazmana yarar benim gibi... Etrafındaki herkesin yaşadığı gibi yaşa sende ilişkini be yahu... Ne uğraşıyorsun romantik olacağım diye...
Hem romantizm çiçek almak mı sadece, mum yakmak mı ışıkları kapatıp... Herkesin yaptığı numaraları yapınca yemezler üstadım. Romantizm yaratıcı olmaktır, yapılmamışı yapmaktır. Romeo'nun yaptığını yapmak değil... Ferhat gibi çölleri yürüyerek aşmak değil artik... Bunlar yapıldı, kopya çekme, yaratıcı ol üstadım ilişkinde, yaratıcı olayım derken de sorun yaratmamaya bak ama... Tarih romantik olacağım diye sakatlananları, ölenleri yazar, aman diyeyim sana...
Öyle bir şey yap ki, sittin sene unutmasın sevgilin... Öyle 3 gün sonra unutacağı bir şey olmasın. Kafasına kazınsın sonsuza dek. "Vay be" dedirtsin karşındakine, "Ulan ben niye düşünemedim bunu be" dedirtsin anlatılana...
Ve ne yap biliyor musun, romantizmi planlama... Spontane ol, anlık olsun, ilhamla yap. Planlanan romantizm, bilinçli etkileme girişimidir. Bak adı üstünde romantizm değil... Sürpriz bir yemeğe götürmeyi değil, yemeğe götürdüğünde sürpriz bir şey yapmayı dene... Ama senin için de sürpriz olsun. Nasıl deme işte üstad, sana planlama dedik ya... Dur, düşünmeyi bırak planlama diyorum sana yahu... Romantizm kalpten gelir, beyinden değil...
Abartılı şeylerden kaçın, romantizmde abartı olmaz, romantizm kalpten gelir, kalp abartılı şeylerden kaçınır... Abartılı şeyler kalbe kriz geçirtir çünkü... Bak, belli bir yaştan sonra devamlı yağlı yemekler yesene mesela... Romantizmde de ayni, dozunu az tut, aşırı romantiklik ya seni, ya sevdiğini kalpten götürür maazallah...
O yüzden abartma romantizmini, dozu yavaş ver. Ver ki sindirebilsin aynı zamanda karşındaki ve tadını çıkartabilsin. Ağzına bir parça çikolata almak ve yavaş yavaş yemek mi keyifli yoksa ağzını tıka basa çikolata ile mi doldurmak?
Sana yine söylüyorum, romantizm herkesle yaşanmaz üstadım. Çikolatanın tadını bilene ikram edeceksin çikolatayı... Anlamayan, tadını çıkarmayı bilmeyen ne yapar biliyor musun onu? İki kere çiğner yutar. Ama ya çikolatanın tadını bilen ne yapar, onu yavaş yavaş emer ve eriyerek ağzının için de yok olmasını sağlar. İşte romantizmi böyle yaşamak ve sindirmek lazım… Böyle yediğin çikolatayı da yaşadığın romantizmi de unutmazsın, unutamazsın.
Bunları yapamayacaksan, romantizm için uğraşma üstadım. Harcama boşuna başkalarının daha güzel yapabileceği ve mutlu olabilecekleri şeyleri...
Sen yine normal yaşa ilişkini her zamanki gibi… İlişki eşekse, sen ilişkine altın semer bile vursan, ilişki eşek kalacaktır çünkü...
Ve derhal eşek olmayan bir ilişki bul kendine ya da bırak sal gitsin eşeği…

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Peki ya sonra...?

“Sonra…” dedi, “Sonra ne olacak”?
“Sonra…” dedim, “hiç merak etme ben hep burada olacağım. Hemen yanı başında… Ve izin vermeyeceğim, o korktuğun şeyin başına gelmesine… Sana hep hikayeler anlatacağım. Hikayelerim bittiğinde, senin için yeni hikayeler yazacağım. Zaman zaman seni güldürecek, zaman zaman gözünden birkaç damla yaş getirecek bu hikayeler, ama söz veriyorum sana, hiçbir zaman tükenmeyecek anlatacaklarım.”
“Ya biterse?” dedi. “Ya biterse, ne olacak, korkuyorum sana anlatacak bir şeyim olmadığı ve senin kadar yaşamadığım için hayatı…”
“Biterse…” dedim, “biterse korkma, kendi hikayemizi yazarız biz de… Böylece senin de bana anlatacak bir hikayen olur ben yaşlandığımda ve tek hatırlayabildiğim sadece ismin olduğunda…”

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Kuzey'in Prensesi (tamamı)

Ülke dışına çıkmak en büyük tutkusuydu, küçüklüğünde her zaman buralardan bir gün çekip gideceğini, çünkü kendini asla buraya ait hissetmediğini söyler dururdu etrafındakilere… Hoş hala da aynı hissediyordu ama neyse konu bu değil şimdilik… Çok gençken eline birkaç fırsat geçmişti ama ailesine verdiği önem, onu her seferinde bu imkanları ertelemek ve hayalinden o an için vazgeçmek zorunda bırakmıştı.
Yine bir yolculuk için havaalanında beklerken uçağının kalkmasını, her zamanki gibi gideceği ülke ile ilgili hayaller kuruyordu. Karşısına ne çıkacağı, nasıl bir yaşamları olduğunun oradaki insanların ve acaba ruh ülkesinin orası mı olduğu gibi…
Aslında çok yakın bir zamanda üniversitedeki pazarlama derslerine giren çok saygı duyduğu öğretmeninin verdiği bir kitabı okumuştu gitmekte olduğu ülke hakkında… “Beyaz Zambaklar Ülkesinde”; Gregory Petrov’un bir kitabıydı. Çok ciddi anlamda etkilenmişti kitaptan… Okurken bayağı bir hayal etmişti anlatılan ülkeyi… Ve şimdi yolu o ülkeye doğru gidiyordu.
Anons yapılmıştı. “ TK 467 sefer sayılı uçak ile …’ya gidecek yolcuların son kontrollerini yaptırdıktan sonra uçağa teşrifleri rica olunur”
Ülkesinin yaz ikliminde yaşanan aşırı sıcaklardan nefret ederdi. “Ben kesinlikle bir Kuzey Avrupa ülkesinde doğmalıydım” cümlesini hiç kullanmadıysa en az yüz kez söylemişti yüksek sesle…
Son kontrollerini yaptırdı ve uçağın kapısından içeri girip yerini buldu ve oturdu. Bundan sonra film kopuyordu, çünkü yoğun iş temposu içindeki bu seyahatlerde en çok sevdiği şey uçakta uyumaktı. Bir nebze olsun dinlenebildiği yegane anlardı, onun için… Uzun bir yolculuk olacaktı ve saat farkı bulunmuyordu gideceği ülke ile… İndikten sonra da ortalama 1,5 saatlik bir yolculuk yapacaktı araba ile ve gideceği yere vardıktan sonra tek yapması gereken hemen uyumaktı. Çünkü sabah çok erken kalkacak ve bir spor ekipmanının hem teorik hem de pratik eğitimini alacaktı. Yani yorucu ve uzun üç gün onu bekliyordu.
Uçağın kalkmasıyla gözleri kapandı. Zamanın göreceli kavramı içinde, gözlerini açtığında uçak titreyerek ve yalpalanarak, tekerleklerini piste değdirmişti ve hızını yavaşlatarak, içindeki yolcuları son duraklarına doğru taşımaya devam ediyordu. İnilecek perona yanaştı ve durdu.
Klasik pasaport kontrolleri ve bagaj alımı sonrası, çıkış kapısından çıktıktan hemen sonra elinde isminin yazılı olduğu tabelayı taşıyan genç yaşlarda birini gördü. Yanına giderek kendini tanıttı ve otoparkta duran arabaya doğru yürümeye başladılar. Kapı açılıp dışarı adım attığında kendini cennette gibi hissetti. Gece saat 12.00 suları idi, hava karanlık ve ısı -12 derece civarıydı. Üstünde sadece bir kazak olduğu halde, soğuğu hissetmiyordu, hatta mutluydu durumdan… Derin derin soludu soğuk ve kuru havayı içine… Her yer bembeyazdı, gecenin karanlığında… İlk defa bu kadar temiz bir beyaz görüyordu.
Araba yavaş denmeyecek bir hızla yola çıktı, buz tutmuş yolların üstünde… Sohbet esnasında öğrendi ki, yolların buz olması çokta önemli değildi, çünkü hem özel lastikler kullanıyorlardı, hem de zaten alışıklardı bu tarz hava ve iklime ve bir de yolların bakımı çok düzenli yapılıyordu. Tüm bu güvenlik önlemlerini anlatan sohbet sonrası, gözlerini kapadı tekrar, uyumak ve vardıkları yerde uyanmak için…
Şoförün uyarısı ile gözlerini açtığında, birçok çam ağacının bulunduğu bembeyaz bir alanda uyandı. Birkaç bina gördü etrafta… Şoför ona otelini gösterdi. Bu kadar çam ağacı onu şaşırtmamıştı. Okuduğu kitaptan biliyordu, ülkenin yüzde doksanı ormanlık araziydi, ayrıca yüzde yetmişi ise göletlerle doluydu. Bir doğa harikası ile karşılaşacağını çok iyi biliyordu ama sabah göreceği manzaraya hazır değildi.
Gece çok sakin geçti. Otele yerleşme, bagajların açılıp dolaplara yerleştirilmesi ve uyku… Sorunsuz ve deliksiz bir uyku…
Sabah kalktı duşunu aldı ve spor kıyafetlerini giydi. Dışarı adımını attığında ilk görüşte aşk denen duyguyu hissetti. Müthiş bir çamlık alan, bembeyaz, tertemiz bir kar ve süper spor tesisleri… Bundan öte bir şey düşünemezdi zaten… Sanırım burası onun “wonderland” iydi… Fakat az sonra yaşayacağı olay, bu çevreye hissettiği ilk görüşte aşkı bir anda gölgede bırakacaktı.
Kahvaltı salonuna girdiğinde birkaç kişi dışında kimse yoktu pek fazla… Onlar da sanırım otelde kalan yaşlı çiftlerdi… Kahvaltısını çabuk bitirdi, bir an önce eğitimin yapıldığı alana gitmek istiyordu. Karşılaşacağı şeyi bilse, bunun bilinçli bir istek olduğunu bile söyleyebilirdi, ama olacakları tahmin etmesi, o an için imkansız idi.
Bayağı uzun bir arayıştan sonra; çünkü tesis inanılmaz büyük ve müthişti, doğa, spor alanları, binalar, bir spor adamının yaşayıp, çalışıp, ölüp, gömülmek isteyeceği türden bir yerdi, sonunda bir salonun resepsiyonundaki kız, ona gitmesi gereken toplantı salonunu tarif etti. Daha önce o odaya gitmişti ama kimse yoktu, buna rağmen kız ona daha şimdi oraya birini daha yolladığını söylüyordu. Yolda kimse ile karşılaşmamıştı ama kız kendinden o kadar emindi ki, peki dedi deneyelim bir kez daha bakalım.
Odaya doğru yürümeye başladı kapı açıktı uzaktan görebiliyordu. Yaklaştı kapıdan içeri girdi. Bundan sonrasını anlatmak gerçekten kolay olmayacak, çünkü aslında o anda ne hissettiği ile ilgili en ufak bir fikri yoktu. Sadece ilk defa bu tarz bir hisle tanışıyordu. Ama anlatmak gerekirse şu kelimeler ile denemeye çalışacağım. Dünya durmuştu, nefes almıyordu sanırım ya da umurunda değildi alıp almadığı, gözlerinin normalden fazla açıldığını hissedebiliyordu ve biraz da ağzının… Zaten tek hissedebildiği buydu. Vücudunun diğer yerleri uyuşmuştu. Beyni de dahil olmak üzere… Şu anda tek canlı organı kalbi idi. O da fazla canlıydı, çünkü yerinden çıkacak gibi atıyordu, kan dolaşımı normal hızının birkaç katına çıkmıştı. Robotlaşmış gibiydi vücut… Beyin emir vermiyordu. Ne yapması gerektiğini de bilmiyordu o an, kaskatı kesilmişti.
Karşısında duran varlık, tarif edilmesi çok zor bir güzelliği giyinmişti. Hayatında hiç böyle bir şey görmemişti. O an için bir şeyler yapması gerekiyordu, yoksa karşısındaki aptal olduğunu zannedecekti. Düşünsenize bir; ağzı açık, gözler kocaman olmuş ve öyle kala kalmış birini görseniz, sizin aklınızdan ne geçerdi? Toparlanması yine de birkaç saniye sürmüştü sanırım. Çünkü karşısındaki o güzel şeyin yüzünde tatlı bir gülümseme oluşmuştu bile… Yine istemsizce robotik bir hareketle, ona doğru yürüdü, beyin en sonunda ilkel komutları veriyor olsa da, işlemeye başlamıştı. Ama hareketleri homo sapiens’inkinden farksızdı. Elini uzattı; “My name is ……..”. Karşısındakinin yüzünde hala aynı tebessüm vardı, adını ona söylerken bile… Henüz yeni evrimleşmiş bir homo sapiens olarak daha fazla bir medeni harekette bulunamadı. Döndü kendine bir yer aradı. İstemlice, onu görebileceği bir yere oturdu. O an odada ikisinden başka hiç kimse yoktu, ya da ona öyle geliyordu. Narkozun etkisinden kurtulma evresinde olduğu gibi yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Ama gözleri hala ondaydı. “Hey kendine gel, medeni ol biraz” diye söyleniyor kendi kendine ve gözlerini ondan almaya çalışıyordu. Uyuşukluğun geçmesi ile odanın insanlarla dolmaya başladığını fark etti. Birleşmiş Milletler toplantısı gibiydi, çok değişik ülkelerden farklı deri renklerinde, farklı etnik kültürlerde insanlar vardı içeride şu anda… Ama o tek bir renk görüyordu; mavi… Ve o mavide dalıp dalıp gidiyordu. “Ya ne adamsın, bu kadar güzel bir insan, ne diye sana dönüp baksın ki, sen kimsin ki…” şeklinde kafa sesleri çoğalmaya başlamıştı; “bir kendine bak, bir de ona, deli misin sen?”
2 gün boyunca kafasında bu cümleler yankılandı durmadan…
Zaman zaman eğitimlerde yan yana geliyorlardı, işte o anlar mutluluk tavana vuruyordu. Zaman zaman ise başka gruplarda eğitime devam ediyorlardı. O zamanlarda da kaçamak bakışlarla, onu süzüyordu.
Bu şekilde devam eden 2 günün ardından, son gün gelip çattı. Öğlen eğitim bitiyordu. Dolayısıyla bu anlamsız, aptalca, platonik aşk da… Eğitimden sorumlu kişiye yaklaştı ve öğleden sonra başkente gidip, gezmek istediğini, sonra buraya dönüp, sabah buradan havaalanına gitmek istediğini söyledi. Eğitim görevlisi, otobüslerin grevde olduğunu ve gidip gelmesinin imkansız olduğunu, tek yapabileceğinin buradan başkente gitmesi ve geceyi orda geçirip havaalanına direk oradan gitmesi olduğunu söyledi kendisine... O an da “e iyi ama nasıl, otobüsler grevde?” diye düşünürken, eğitim görevlisi o ismi seslendi… O isim… 3 günden beri ezberlediği o isim…
Ona doğru yürüyordu, masalın prensesi… Geldi ve yanında durdu… İşte yine o aptal uyuşma…
Eğitim görevlisi, masalın prensesine, onu başkente götürüp götüremeyeceğini sordu öğleden sonra… Kalbi öyle hızlı atıyordu ki, taşikardi kaçınılmaz olacaktı az sonra… Derin derin nefes aldı. Gözlerini kapadı, o eşsiz güzellikteki dudakların vereceği yanıtı duymak için…
“Yes, I can… My pleasure…”
“If you can, it will be my pleasure” diye mırıldandı, ama Türkçe olarak… Ama ne bekliyordun ki, bu insanları tanımaya başladığından beri, buz ülkesinin sıcak kalpli insanları diyordu, misafirperverlikleri ve cana yakınlıkları gerçekten inanılmazdı. Medeni olarak ise hayal edebileceğinizden çok daha üst seviyedeydiler ve bizden belki bir 20 yıl ileride…
Sonuçta sen bir misafirin ve seni iyi ağırlamaya çalışıyorlar. Seni alacak, gideceğin yere bırakacak, ve bir daha da görmeyeceksin onu… Derin bir “of “ çekti, ama içinden… Prenses otelin resepsiyonuna kadar ona eşlik etti, ilk anki gibi nazik ve güler yüzlüydü. Otelin resepsiyonunda, oradaki o akşam için yapılmış rezervasyonu iptal ettiler. Sonra prenses o narin parmakları ile orada bulunan bir bilgisayarın klavyesini okşayarak, ona başkentte başka bir otelde oda ayırttı. O ise sadece prensesi seyrediyordu, işleri o kadar güzel hallediyordu ki, zaten ona düşen de seyretmekten başka bir şey olamazdı.
Ve sonunda araba yolculuğu başladı. İlk on beş dakikası tutuk geçen yolculukta, ki bu tutukluğun tek nedeni kendisiydi, ortam prensesin güzel sesi ile sohbete başlaması olmuştu. O kadar akıcı ve güzel bir İngilizcesi vardı ki ve o kadar net cümleler kuruyordu ki, sohbete dahil olmamak elde değildi. Katıldı ona ve kendini sohbetin akışına bıraktı. Yarım saat sonra araba içinde kahkahalar patlıyordu. “Sanırım ben rüya görüyorum” diye düşündü. Ama uyanmak istemezdi de kesinlikle… Bir saat sonra sohbet ve ikisinin arasındaki bağ iyice ısınmaya ve kuvvetlenmeye başlamıştı. Her şeyden konuşuyorlardı. Yalnızca kendisi bir konudan bahsetmekten itina ile kaçıyordu, neyse ki konu da henüz açılmamıştı.
Prenses, ona gün içinde oraya vardıktan sonra ne yapacağını sordu. Başkenti gezmek, sokaklarda yürümek ve o eşsiz tarihin, güzelliğin havasını solumak, tarihi yerleri gezmek, o güzel insanların arasında oturmak istiyordu. Tabii bunu çok daha basit bir şekilde dile getirdi. Akabinde gelen cümle gerçekten kalp krizi geçirtebilirdi ona bu genç yaşta…
“I can guide you all day if you want”!
Ne? Nasıl? Anlamadım tekrarlar mısın lütfen, kulaklarım bana bu oyunu oynamayın, hadi ama, beynim sen yapıyorsun bunu değil mi?
“Sorry what did you say?”
Prenses bu sefer daha açıklayıcı bir şekilde cevapladı
-“Bugün benim de işim yok, istersen sana eşlik edebilirim, ne de olsa gezerken nereye gideceğini sormak için birine ihtiyacın olacak. Ben sana etrafı gezdirebilirim. Ama önce eve uğramam gerekiyor, eşyaları bırakalım, sonra seni otele yerleştirelim, sonra da ineriz şehir merkezine”
Hayatında bu kadar kulağa tatlı gelen bir melodi duymamıştı. Pardon Sayın Mozart ve Sayın Beethoven, üzgünüm ama sanırım sizi bir daha dinleyemeyeceğim.
Yalnız bir dakika! Bir erkek arkadaşı olduğundan bahsetmişti. Ve sordu:
-Peki ya erkek arkadaşın?
Cevap kısaca; erkek arkadaşının İtalya’da olduğu bir süredir ayrı yaşadıkları ve görüşmedikleri, ilişkilerinin bitme noktasında olduğu idi.
Aklına gelen ilk cümle bir atasözü olmuştu, aslında biraz aşağılık bir durum olacaktı, bu atasözünü buraya yerleştirmek, ama ne yapsın, ilk o gelmişti aklına; Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz…
Araba prensesin evinin önünde durdu. Çok şirin bir mahalleydi. Başkentin banliyösü sayılırdı burası, dediğine göre prensesin… Eve beraber çıktılar, ev şirin küçük 1 oda ve 1 salondu. En belirgin özelliği ise, evin banyosunda neredeyse banyo kadar büyük bir sauna olmasıydı. Sonradan öğrendi ki, buradaki tüm evlere özgü bir özellikti, tabii neredeyse tüm evlere…
Kız üstünü değiştirdikten sonra aşağıya indiler, arabaya bindiler ve yeni rezervasyon yaptırdığı otele doğru yola çıktılar. Otele varışları kısa sürmüştü. Trafik diye bir sorun yoktu. Otel gerçekten büyük bir oteldi ve konforluydu. Odaya kadar eşlik etti prenses ona, eşyalarını taşımasına yardım ederken… Genç adam üstünü değiştirdi. Bakımını yaptı ve sonunda hazırdı. Önünde belki yedi ya da sekiz saat vardı ama ona bu yaşadıkları bir rüya ve kendisi de her an uyanacağı bir uykudaymış gibi geliyordu.
Arabayı şehir merkezine yakın bir yerdeki 5 yıldızlı otelin otoparkına bırakılar. Prenses bu otelin spor merkezinde çalışıyordu. Burayı kendisine göstermek istiyordu. Zaten o da bunu her gittiği şehirde yapardı. Mutlaka işi ile lakalı yerleri gezerdi. “Memnuniyetle” dedi. Tesisi gördükten sonra oradan çıktılar ve otelin önündeki ana caddenin üzerindeki tramvay durağına yürüdüler.
Ana cadde şehrin ortasından geçen bir nehrin kenarındaydı. Nehrin tamamı neredeyse buz tutmuştu. Isı hala -12 derecelerdeydi, ama o hala üşümüyordu, hatta heyecanını halen yenememiş olmasından dolayı neredeyse bu soğukta terleyecekti. Tramvay geldi. Nostaljinin içinde, beyaz ve yeşilin hakim olduğu caddelerden geçerek, devam ettiler yollarına… Tramvay durup kalktıkça, ayakta duran prensesle, fren ve hızlanmanın etkisiyle birbirlerine bir yakınlaşıp, bir uzaklaşıyorlardı. Bir ara prenses ani hızlanmadan düşecek gibi olunca, ona elini uzattı, ve prensesin eli sıkıca yakaladı uzanan eli… Sanırım ikisinin de ellerinin birbirinden ayrılması beş veya altı saniye sürdü ama ona sonsuzluk gibi gelmişti. Ama tabii ki bunun bir anlamı yoktu. Var mıydı yoksa? Saçmalama lütfen! Tabii ki yoktu!
İlk olarak sokaklarda uzun uzun yürüdüler. Prenses anlatıyordu, o dinliyordu. Ama neyi? Kesinlikle anlatılanları değil… Sadece onun sesini … Birkaç alışveriş merkezine girip çıktılar. Hava kararmıyordu, ülkenin bulunduğu konumdan dolayı… Artık yavaş yavaş karınları acıkmaya başlamıştı. Sordu nazikçe
-“Bir şeyler yiyelim mi?”
-“Tabii ki, ne yemek istersin”
-“Bilmem, ama yöresel yeterince yedik, Amerikan mutfağı iyi olur sanırım.”
Prenses kibarca başını salladı ve gülümsemesini hala koruyordu. Böyle gülümseyebilen insanlara karşı hep derin bir saygı ve sevgi duyuyordu. Kolay değildi çünkü bunu yapabilmek, güçlü bir karakter gerektirirdi.
Hoş dekore edilmiş, Amerikan mutfağından ürünler sunan bir restorana girdiler. Sokağa yakın oturmak istedi, çünkü hala bu güzel şehri seyretmek istiyordu vakti kısa olsa da… Küçük yuvarlak bir masada karşılıklı oturttu garson onları… Menüleri geldi, sipariş verildi, garson gitti. Ve yine arabadaki o tatlı ve kahkahalı sohbet sahne aldı masada… Elleri ile bir şeyler anlatmayı severdi, İtalyanlar gibi, yine anlatmakta olduğu ki ne anlattığını hatırlamıyordu şu anda, konuyu pekiştirmek için ellerini kullanırken, masanın küçüklüğünden, ellerini önde, masanın ortasında kavuşturmuş prensesin ellerine yaklaştıkça, titriyordu elleri istemsiz, heyecandan… Ama her yaklaşmasında ellerini onun ellerine, her seferinde, geri çekmeye çalışıyordu ama beceremiyordu. İmdadına yemekler yetişti, çatal ve bıçak artık oyalayabilirdi ellerini…
Lezzetli yemeğin ardından tekrar düştüler başkentin soğuk ama bir o kadar güzel caddelerine… Bir kahve iyi olabilirdi. Seçtikleri kafe sahibi Türk çıkınca sohbet ayrı bir keyiflendi. Ama saat giderek geç oluyordu. Ve misafir olarak kendisinin, teklif etmesi gerekiyordu kalkıp dönmeyi… Evli evine, köylü köyüne misali… Yine aynı tramvay yolculuğu ve arabanın otoparktan alınışı sonrası otelin önüne vardıklarında, otel otoparkında belki yüzlerce arabanın durduğunu gördü. Birkaç saat öncesine kadar çok sakin olan meydan şimdi iğne atsan yere düşmez şeklinde çeşit çeşit araba ile doluydu.
-“Ne var burada bu akşam”
Prenses kafasını kaldırdı ve otelin ön cephesinde asılı olan devasa brandaya baktı.
“ Ülkenin en ünlü country gruplarından birinin konseri…”dedi.
Konser, country müzik… İlginç olabilir.
-“Süper benim de uykum yok zaten, sabah çok erken kalkmam lazım uçağım 06.00’da uyumaya değmez. Ben de vakit geçiririm müzik dinleyerek…”
Bir anda ağzından bir soru daha çıktı, tamamen düşüncesiz ve refleks bir soruydu.
-“Beraber dinler miyiz, gelir misin, tabii senin için bir sakıncası yoksa?”
Prensesin her bir cevabı genç yaşta ölümle sonuçlandırabilecek şok kelimeler içeriyordu. Daha ne kadar kaldırabilirdi bunu bilemiyordu.
-“Seve seve”
Amaçsız bir soruydu aslında, kibarlık yapmak için sormuştu. Alacağı cevabın hiç bu olacağını tahmin edemezdi, bin defa düşünerek bile sorsa… Bir yerde, prensesin kibar olmaktan vazgeçip, o koca “No” cevabını yapıştıracağını tahmin ediyordu suratına…
Ama olmamıştı işte… Devamlı pozitif cevaplar alıyordu. Kibarlık işte, elinden geldiğince iyi ağırlamaya çalışıyor beni diye düşündü safça…
Montlarını ve diğer eşyalarını odaya bıraktılar ve otelin kocaman konser alanı ile birleşmiş barına indiler. İçkileri ellerinde kalabalığın içinde kendilerine hem müziği duyabilecekleri, hem de birbirlerini duyabilecekleri bir alan bulup, kulaklarında hoş ve ritimli bir müzik ellerinde bittikçe tazelenen içkileri ile sohbete başladılar.
İkisi de müthiş keyif alıyorlardı bulundukları andan, kendisi için zaten bu çok belliydi ama, karşısındakinde de bunu gördükçe keyfi daha da artıyordu.
Bilmem kaçıncı şarap kadehinden sonra, klasik dürüstlük karakteri hortlamıştı içinde yine… Anlatmak istedi, ilk günden itibaren hissettiği ve yaşadığı her şeyi onun ile ilgili… Bunu anlatırken de eğleneceklerini biliyordu. Nereden mi? Hissediyordu işte… Bu hisleri hep onu doğru şeylere yönlendirmişti. Zarar da görüyordu ama küçük oluyordu bu zararlar… Atlatılıyordu bir şekilde…
Ve başladı anlatmaya… Nereden bilecekti ki, hayatında bir şeyi, ilk defa çok önemli bir şeyin en ufak kırıntısını bile hissedemediğini…
Ve ilk görüşte yaşadığı duygulardan başlayıp, eğitimlerdeki heyecanı, akşam, öğle yemeklerinde ve molalardaki ona yakın olma isteği, neler hissettiği, başkentte gezerken ki, heyecanı, ellerinin hikayesini teker teker anlattı ona… Kız sadece dinliyordu yüzünde çok tatlı bir gülümseme ile… Ve o gülümseme, sözünü bitirene kadar kaybolmadı dudaklarından… “Ne kadar medeni bir insan…” diye geçirdi içinden…
Sözüne noktayı koyduğunda, kız ellerini yavaşça, onun ellerine doğru uzattı, ellerini iki elinin arasına aldı, sıkıca kavradı ve;
“İşte şimdi ikimizin de istediği ve beklediği oldu” dedi.
“İkimizin mi?” sorusunu sorduğunda, kendi kendine söylediği “hayatta hiçbir şey beni şaşırtamaz” cümlesini asla bir daha söyleyemeyeceği aklına geldi. Emindi ki, şu anda yüzünde koca bir ünlem işareti vardı ve bu işaret yanıp yanıp sönüyordu.
“Evet dedi, ikimizin şapşal…” Ve yüzünde koca bir gülümseme vardı kızın… Hala bir anlam veremiyordu, üstelik bir de “şapşal” kelimesini yemişti. Ve başladı konuşmaya, o hiç bitmesini istemeyeceği monoloğuna kız…
“ Bütün günü seninle ne için geçirdim zannediyorsun? Seni ilk gördüğümde, ben de aynı şeyleri hissetmedim mi zannediyorsun? O kapıdan ilk girdiğimde, bana bakan gözlerini gördüğümde, mahvolmadım mı sence? Eğitimlerde gözlerim sana kilitli, vücudum sana eksenliydi… Her boşlukta, her yemekte, her yanında olduğum anda, sana doğru ister istemez çekiliyordum. Seni niye bırakmak istedim, niye bu ana kadar yanındaydım ve neden şu anda ellerini tutuyorum sence? Şehirde dolaşırken, tramvayda elimden beni yakaladığında o an hiç bitmesin istedim. Elimde bir kumanda olsa zamanı durdurabileceğim o an için “dondurma “ tuşuna hiç tereddütsüz basardım. Restoranda yemek yerken, ellerimi ellerinle kavraman için ne kadar çok dua ettim, bilsen… Aşağıda barda içkilerimizi içerken, dudaklarımı, dudaklarına mühürlememek için kendimi nasıl zor tuttum anlatamam. Ve şimdi, ellerin ellerimde, gözlerine bu kadar yakından bakabileceğimi asla tahmin edemezdim. Ve şimdi sana sarılmak istiyorum, öyle sıkı sarılmalıyım ki, beni bırakıp gitsen de sabah, hep içimde kalmalı o sarılma anındaki sıcaklığın… Ama sana bir şey itiraf etmeliyim ki, senin de bu şekilde düşündüğünü hiç fark etmemiştim”
Tüm bunları dinlerken hem kendini kaybediyor, hem de aklına bir sürü soru geliyordu. “Neden ben bunu fark edemedim”, “Neden bunu göremedim”,vs….
Her ikisi de o kadar çok kendi duygularının yoğunluğuna dalmışlardı ki, karşıdan gelen sinyal ve mesajları süzmekte yetersiz kalmışlardı.
Ama artık fark etmez. Şu anda her ikisi için çok farklı bir boyuta gelmişti olaylar... Artık her ikisi de aynı anda, aynı şeyleri hissettiklerini ve birbirlerine karşı yoğun hisler beslediklerini biliyorlardı.
Kız ona doğru uzandı, dudaklarına küçük ve sevgi dolu bir öpücük kondurdu; “Bu bizim peri masalımız olsun, tamam mı?” Gözlerini kapadı ve başını salladı, mutluluktan her ikisinin de gözlerinden bir damla yaş gelmişti. Aynı anda birbirlerinin gözyaşlarını sildiler. Prensesin, yanağını avucunun içine aldı, dudaklarını dudaklarına doğru götürdü ve gözlerini kapadı.
Bir sesle irkildi ve gözlerini açtı; “ Uçağımız Atatürk havalimanına doğru alçalmaya başlamış bulunmaktadır, lütfen koltuklarınızı…” Sağına ve soluna baktı, koltuklar boştu, birkaç saniye anlamsızca durdu, boşluğa bakıyor gibiydi. Elindeki kitaba baktı, kitabın kapağını kapadı.
“Kuzeyin Prensesi”
Yazar: Cem Üner

Masal (baştan sona tamamı)

Masal…

Saçları tamamen beyaz olalı, bayağı uzun bir süre olmuştu. Sakallarında ise hala birkaç renk mevcuttu ama tabii artık ağırlık beyazdı... Çok gençken ona “Kızıl Sakal Barbosa” (çok ünlü bir korsan/kaptan) diyorlardı, sakallarında kızıl, siyah ve sarı renkler mevcut olduğu için… Bu aklına geldiğinde şaşırdı kendine çünkü artık yaşı 70 yaşına gelmişti ve bunu dahi hatırlıyor olması çok komikti. Çok güzel bir hayat yaşamıştı. Bir sürü iniş çıkış, kayıplara rağmen, hep mutlu anlarını hatırlardı, tabii ki bu kötü anıları unuttuğu anlamına gelmiyordu, ama bunları aklına temcit pilavı gibi getirmemeyi, çok genç yaşlarda öğrenmişti
Hep hayal ettiği, yerden tavana kadar kitaplık olan, oldukça geniş, doğal ahşaptan yapılmış kitaplıkları, çalışma masası, konforlu bir çalışma koltuğu ve rahmetli dedesinde en çok gıpta ettiği ve artık kendisi de dede olduğuna göre sahip olabileceğine karar verip aldığı, aslında oğlu Ateş’in (dedesinin lakabı, ona olan sevgi ve saygısının yanında ve annesinin isteğini de yerine getirmiş olup, onu mutlu etmek amacı ile bu adı koymuştu oğluna) babasının bunu ne kadar çok istediğini bilerek, yeni yaş gününde armağan olarak aldığı sallanan sandalye de içinde olan çalışma ve okuma odasında günlerini okuyarak, yazarak ve çocuklarına ve torunlarına hikayeler anlatarak geçiriyordu. Onu dinlemeye bayılıyorlardı hepsi, çünkü biliyorlardı ki, onun anlattıklarında gerçeklik, yaşanmışlık vardı, hem iyi hem kötü olaylarda… Hayatında yanlış yaptığı şeyleri de anlatırdı tüm açıklığıyla… Bunu yapmasının tek sebebi ise, onları hayata hazırlamaktı. Çünkü hayatta her şey bizler için gerçekleşirdi, iyi de kötü de… Ve her şeyin olmasının bir sebebi vardı.
Hava yine kararmıştı. Takvime baktı… 25 Şubat 2040… Şöyle bir gülümsedi, aklına gelenlerden dolayı… Üstüne başına çeki düzen verdi. İçerde herkes onu bekliyordu. Hep kalabalık bir ailesi olsun ve onları rahatça ağırlayabileceği yeterince büyük bir eve sahip olsun isterdi. Şimdi işte o evin koridorunda yine çalışma odasına doğru yürüyordu. Kapıya geldi ve şöyle bir baktı içeriye, kimse onun kapıda durduğunun farkında değildi. Kızlarına baktı, “Tanrı’m” dedi, daha hala her ikisinin de üç yaşlarındaki halleri gözünün önündeydi. Ayşe ve Zeynep yine bir kenarda baş başa vermiş el ele dedikodu yapıyorlardı. Ateş yine kendi oğluna, dedesinin sporculuk fotoğraflarını ve madalyalarını gösteriyordu. Her ne kadar çocuklarının “Baba bu fotoğrafları dijital ortamlara yükleyelim, artık çok güzel şeyler var, böyle albümlerde saklamana gerek yok” şeklindeki baskılarına rağmen, o hala tüm bu anıları albümlerde saklamayı sürdürüyordu. Tüm bu gelişmişliğin yanında, anıları kendilerine ait nostaljik ortamlarda saklamayı seviyordu. Odaya göz gezdirmeye devam etti; Ayşe ve Zeynep’in kızları bir köşede yerlerdeki minderlere oturmuşlar, bunları torunları onu dinlerken rahatça otursunlar diye koymuştu odaya, fısır fısır konuşuyorlardı. “Bahse varım” dedi sırıtarak kendi kendine, üniversite aşklarından konuşuyorlar.
Bu akşam anlatacağı hikaye çok farklıydı. Daha önce duymadıkları bir masal anlatacaktı onlara… Bugüne kadar, hiç masal anlatmamıştı. Belki anlamaları zor olacaktı ama anlatmakta kararlıydı bu masalı…
Ateş, gördü babasını kapıda dikilirken…
-Baba ne kadar zamandır ordasın? Seni bekliyorduk.
Cevap vermedi, yüzünde bir gülümseme ile girdi içeri ve sallanan koltuğuna oturdu.
Herkes gülümseyerek ve yüzlerinde “ acaba bu akşam ne anlatacak” heyecanı ve merakıyla kendisine bakıyordu. Şöyle bir göz süzdü herkese… İşte benim ailem dedi gururla…
Keşke kendi annesi ve babası da orda olabilselerdi, bu tabloyu görmek için, ve bir de O…
Zeynep’i tanıdığında, 3 yaşın verdiği tüm şirinlikle ve biraz da yaşamış olduklarının verdiği ağırlığın çocuğun üstünde, yaşı ile hiç de doğru orantıda olmayan, oluşturduğu olgunlukla ve zekası ile, ona hayran kalmıştı. “Onu kızım gibi sevebilirim ve seveceğim” de demişti. Ne de olsa, o zaman aşık olduğu kadının kanından ve canındandı. Ona tüm sevgisini verdi, çocukluğunda, ergenliğinde, gençliğinde, yetişkinliğinde ve evlenirken, ilk torununu doğururken… Hala da hepsinden değerliydi, onun için… Çünkü özel bir sevgiydi aralarındaki, öyle herkesin bulamayacağı ve kuramayacağı… İkisi de gerçek sevginin anlamını çok iyi biliyorlardı. Bu yüzden de çok büyük bir aşk ve sevgi ve de saygı vardı eşi ile arasında Ayşe’nin… Çocuklarında da aynı olgunluğu ve zekayı görebiliyordun zaten…
Ayşe’ye gelince… Bu kız ailenin her zaman en fırlaması olmuştu. Herkesi güldüren, eğlendiren, ailenin öyle ya da böyle çok fazla dağılmamasını sağlayan bir tutkal gibiydi. Herkesi kendine çeken bir mıknatıstı Ayşe… Sevgisinin babası gibi sarılarak, dokunarak ve dile getirerek belli ederdi. Bu şekilde sevgisini göstermeyi öğretebildiği için çok mutluydu, yaşlı adam… “Ona bırakabileceğim en önemli mirası zaten bıraktım” diyordu. Ona sarıldığı zaman tüm dertlerini unutuyordu, insan, çünkü onun sarılması gerçekti, yapmacık değil, babasını öptüğünde, yaşlı adam hayatı boyunca kendini başka dünyalara giderken buluyordu. Ne şanslı bir adam idi kocası… Her erkek böyle sevgisini gösterebilen bir eş hayal etmez miydi?
Ateş’e gelince… Ateş çok özel bir çocuktu. Her açıdan… Ateş, yaşlı adamın bu dünyadaki sevgiyi anlatma ve yayma görevindeki geldiği son nokta, gerçekleştirmesi gereken son görevdi. Ve sonunda bunu da başarmıştı. Ateş’i evlatlık aldığında, kendisi 42 yaşında, Ateş ise henüz 1,5 yaşında idi. Hiç kolay olmamıştı başlarda tabii ki… Son 8 senesini yalnız geçirmişti. Ateş’i evlat edinmek delilikti. Tabii bu etrafındakilerin fikriydi, kendisinin değil… Ama bunu yapabilecek de tek kişi vardı, o da zaten o zamanlar 42 yaşındaki, şimdinin yaşlı adamı idi. Şimdi ise Ateş, 30 ‘una yaklaşmakta olan, başarılı bir işadamı, ve kendisinin yapamadığını yapan, öz bir erkek evlada sahip olan, iyi bir eş ve müthiş bir baba idi. Ailede çocukları bir arada tutmak için çok enerji harcamıştı. Ama başarmıştı işte… Bir ressam gibi bitirdiği tablosunu uzaktan seyretmekten zevk alıyordu.
Ve artık yaşlı adamın seneler öncesinden gelen bu 3 çocuğu çok yakından ilgilendiren masalı anlatmasının zamanı gelmişti. Fakat masalın bir sonu yoktu, aslında herkese göre farklı bir sonu vardı. Ve herkes kendi sonunu kendi yazacaktı bu masalın. Onun görevi sadece anlatmaktı bu masalı onlara… Hayatta herkesin bir hikayesi vardır. Ama herkesin hikayesinin sonu bir başkasına göre farklıdır. Şimdi zamanı gelmişti masalın sonunu yazmanın, çünkü artık çok fazla vakti kalmadığını görebiliyordu. Her türlü görevini tamamlamıştı bu hayattaki… Yalnızca bir tanesini başaramamıştı kısmen…
-Hazır mıyız?... diye sordu.
Ayşe yine her zamanki fırlamalığı ve o müthiş mimiği ile
-Baba yaaa, hadi artık lütfeeeen, anlat yoksa sen şu masalı anlatmadan uyuya kalacağız burada… En azından anlat da öyle uyuyalım… diyince, herkes kahkahalara boğuldu.
Anlatacağı masalı bir gecede anlatmayı bitiremeyecekti, yaşlı adam… Bunu açıklayınca herkeste bir hayal kırıklığı oluştu. Her zaman bunu yapardı. Bir şeyi anlatmaya ya da yazmaya başladığında, en heyecanlı, en merakta bırakılacak yerde keser ve arkası yarın derdi. Herkes içten içe çok kızardı, biliyordu ama yine de böyle yapması çok hoşlarına gidiyordu.
-İşte klasik babam… dedi Zeynep. “Her zaman karşısındakileri etkilemeyi ve heyecanda bırakmayı çok sever. Ve şöyle söyleyeyim, asla ısrar etmeyin bitirmesi için, çünkü bunu yapmayacak kadar da inatçıdır. Baba… Hala bana küçükken, başının etini yiyeceğimi bildiğin halde, günler öncesinden “Sana bir sürprizim var” diyerek, beni meraktan komalara soktuğun günleri unutmadım.
Yaşlı adam bir kahkaha attı. Zeynep yerinden kalktı ve yanına gidip yanaklarından öptü babasını… Gülmesi çok hoşuna gidiyordu babasının, ve bunu hep söylerdi kendisine…
-Tamam baba , hadi şımarmayalım artık, anlat lütfen… diyecek kadar da babası ile dostlardı.
Yaşlı adam tatlı-sert fırçayı yiyince, kafasını salladı, tamam, anlamında…
Başlamadan önce derin bir nefes aldı. Gözlerini hafifçe kıstı. Eskilere gitti aklı. Hafif nemlendi gözleri…
Ayşe “yine aklına geldi” diye düşündü. Her O’nu aklına getirişinde, yüz mimikleri bu hale geliyordu.
Ayşe;
-Babaaa, yine mi? … diye sordu.
-Tamam bebeğim, yok bir şey… dedi, ama hiç inandırıcı değildi.
Diğerleri sadece ona bakıyorlardı. Yaşlı adamdaki bu yüz ifadesinin sebebini sadece Ayşe ve Zeynep bilebilirlerdi zaten… Bir kişi daha vardı bilebilecek fakat O artık aralarında yoktu. Uzun zamandır…
Söze girmenin zamanı geldi diye düşündü, hayatı boyunca sadece yazarken ve konuşurken rahatlamıştı. Konuşursa aklını dağıtabilirdi. Anıları kelimelere yüklemeyi seviyordu.
Ve başladı anlatmaya… Bundan sonra kimsenin çıtı bile çıkmayacaktı. Ta ki o susana kadar…
-Anlatacağım hikaye çocuklarım, birçok sonla bitebilen bir hikayedir. Herkes kendi sonunu kendisi bulacak biliyorsunuz ve hepinizden bu sonu dinleyeceğim teker teker. O zamana kadar soru sormak yasak. Sadece dinleyin ve hayal edin o güzellikleri, hikayedeki kişilere istediğini kıyafeti giydirip, istediğini makyajı yapabilirisiniz. Her bir karakteri aklınızda şekillendirin… İyi ya da kötü şekilde, tamamen size kalmış…
Genç adam muhitlerindeki arkadaşları ile mektepten boş kalan zamanlarını geçirmek üzere gittikleri kafeye yöneldi. Kravat takmayı hiç sevmezdi, boğuluyormuş gibi hissederdi kendini hep… Bu yüzden kafeye girerken eli ile kravatını gevşetti, ceketi ise zaten giymek için çok sıcak bir hava olduğundan elinde taşıyordu. Diğer elinde ise yaklaşık bir-iki saat içinde girmek zorunda olduğu, fakat hayatı boyunca anlam veremediği bir dersin notlarını taşıyordu. Üstelik bu dersten bir de imtihan olacaklardı. “Vatandaşlık”… O dönemde bir de bu derse asker kökenli eğitmenlerin girdiğini düşünürsek, aslında bu derse daha çok “milliyetçi militarizm dersi” demek daha doğru olurdu. Vatandaşlık haklarının ve görevlerinin öğretildiği bir derse askeri nizamda koyun gibi sürüsel bir tepki ile başlıyorlardı.

-Rahat… Hazıroooolllll….. Merhaba
-Sağollll…
Aman Allah’ım diye geçirdi aklından neden bu ülkede doğdum ki…
Tüm bu düşüncelerle kafeden içeri girdi ve arkadaşlarını gördü.
-Hey hadi biri beni şu vatandaşlık denen derse çalıştırsın, çünkü az sonra sınava gireceğim.
-Ben çalıştırırım. Diye bir kısık ses duydu. Yan gözle baktı sözün geldiği yan masaya ama oralı olmadı, yarım dudak gülümsemesi haricinde…
Genelde kızların attığı laflara ilk etapta karşılık vermezdi. Bu onu biraz daha çekici yapıyordu. Ya da o öyle sanıyordu… Genç adam yaşıtları arasında yakışıklı ve çapkın biriydi. Çok fındık kırdığı herkes tarından biliniyordu. Ama bunu yaparken kimsenin kalbini kırması da ona özel, has bir karakterdi. Çoğunluk eski kız arkadaşları ile hep ve daim olarak arkadaş kalabiliyordu. Bu çok hoşuna gidiyordu.
Gülümsemesini söndürdü ve arka masadaki arkadaşlarının yanına oturdu. Görebildiği kadarı ile üniforması masada bulunan arkadaşlarının gittiği okulunki ile aynıydı. Karşısında oturan arkadaşına hafif bir göz kırptı.
-Kim bu bakıyım?
Arkadaşı pis pis gülümsedi.
-Ne yapacaksın bakalım?
-Bilmem bir tanışmak isterim, çok ta güzel bir kıza benziyor.
-Tamam tanıştırırım. Biz şimdi kalkacağız zaten. Konuşurum onunla…
Arkadaşlarının birkaçı o grup ile beraber kalktılar. Başı ile hafifçe selamladı kendisine bakan güzel kızı, yüzünde hınzır bir gülümseme ile… Bence bu iş tamamdır dedi. Kızların ilk tepkilerinden olayın nereye gideceğini kestirebiliyordu.
-Hay Allah sınav… Daldık olaya hiçbir şey bakamadık. Neyse dur bir okuyalım baştan sona…
Bu şekilde, adrenalin yüklü çalışmalar işe çok yarıyordu ve her biri yüksek not alımıyla sonuçlanıyordu genç adamda, aynı bu sefer de olacağı gibi…
Aradan bir-iki gün geçmişti. Okulu eve çok yakındı ve hep yürüyerek gidip geliyordu. Öğlen aralarında da evine gider ve yemeğini kendi hazırlayıp yerdi. Yaklaşık bir saatlik arada bunu yapmak çok kolay oluyordu. Anne ve babası çalışan insanlardı. Bu yüzden yemeğini ısıtır, sofrayı kurar, yemeğini yer, sofrayı toplar ve bulaşığını yıkayıp yerine yerleştirirdi. Akşama annesine daha fazla iş çıkmasın diye… Yine okuldan çıktı. Bu sefer ön kapıyı kullanmıştı, çünkü artık arka taraftaki telde, okuldan kaçmak için kullandıkları delik keşfedilmiş ve kapatılmıştı. Elbet daha sote bir yerden bir delik daha açılabilirdi ama birkaç gün normal davranıp dikkatleri üzerlerine çekmemeleri gerekiyordu.
Her zamanki yürüyüş yolunu kullandı. Yokuştan yukarı çıktı, ilkokulunun önünden geçti ve her sabah kahvaltısını ettiği pastanenin sokağına girdi. Oradan da biraz daha yürüyüp, ilk sağdaki sokağa sapıp, ana caddeye doğru inecekti. Sokağın başına yaklaştığında arkadan biri ona seslendi.
-Pışşşt
“Pışşt “mı? Dönüp bakmakta tereddüt etti. Çok laf yemişti ama “pışt “ı ilk defa yiyordu. Yine aynı ses…
-Pışşt
Bu sefer döndü, ama karşılık vermek için… Fakat kelimelerini yutkunmak zorunda kaldı. Kafe de kendisine laf atan güzel kız arabasından ona sesleniyordu. “Sanırım tarzı bu…” dedi, içinden gülümseyerek. Aslında hoşuna gitmişti ama belli etmemesi gerekiyordu.
-Ne tarafa gidiyorsun? Diye sordu kız.
Kendini bir an bir karikatür kahramanı olarak gördü. Hani erkekler genelde laf atar ama bunu esprileştirip karikatür haline getirmek istersen tersini yapman daha komik olur ya… köpeğin adamı ısırması haber değeri taşımazken, adamın köpeği ısırmasının ciddi bir haber değeri olması gibi bir şey…
-Eve… diye kısaca cevapladı
-Kafe’nin olduğu taraf değil mi, ben de oraya gidiyorum gel götüreyim seni….
-Yürürdüm ben…
-Gel işte ben de o tarafa gidiyorum, bırakırım.
Israrcıydı ve bir kez daha hayır demek, tanışma fırsatını kaçırtabilirdi. Arabaya doğru yaklaştı, önde bir başka kız arkadaşı daha vardı. Arka kapıyı açtı ve arabaya girdi.
-Hayatım bir bardak su verir misin lütfen…
Ayşe’ye bakarak söyledi bunu. Ayşe tepkisiz kaldı. Tekrar yineledi.
-Tatlım sana söylüyorum, bir bardak su rica etmiştim.
-Aaaaa ben hala anlatmaya devam ediyorsun da kızdan su istedin zannettim babaaa..
Diyince herkes gülmekten yerlere yattı. Oda da yine kahkahalar çınlıyordu. Yine yapmıştı yapacağını fırlama kız… Aslında çok iyi biliyordu kendisinden istendiğini ama işte aklına o anda gelen muzırlıkla bunu yine herkesi güldürmek için kullanmıştı. Bayılıyordu kızlarının bu anlık pratik ve espritüel zekalarına… Her ikisi de bunu öyle güzel ve akıllıca kullanıyorlardı ki, hayran olmamak elde değil, diye geçirdi içinden…
-Ya baba baştan isteseydin de koysaydık ya yanına suyu, yine kestin en heyecanlı yerinde hikayeyi…
Tabii bu cümleler bizim sabırsız Zeynep’e aitti.
Hayatım bu öyle uzun bir masal ki yanıma tonlarca su koysanız bile inan birçok kez ara vermek zorunda kalacağız. Artık babanız yaşlı bir adam ve kolay değil anlatmak böyle uzun uzun… Bu arada Ayşe babasının suyunu getirmişti. Bir yudum aldı suyundan, dudaklarını ıslattı, beyaz sakallarının örtmekte olduğu dudaklarını… Saatine baktı. Epey geç olmuştu. Yarın torunlar okula gidecek, diğerleri de işe… Bu akşamlık bitirmeli diye düşündü. Bunu söylediğinde odada koca bir “yaaaa” nidası duyuldu sadece, topluca, programlanmış gibi aynı ağızdan çıkan 9 kişiden…
Hayatı boyunca çok kişiyi hayal kırıklığına uğratmış olduğunu hatırladı, kendisi de dahil… Tekrardan bunu birilerine küçücük de olsa, yaşatmak istemediğine karar verdi.
-Peki, peki… Devam edelim o zaman.
dedi gülümseyerek, o an karşısında gördüğü gözlerdeki sevinci anlat deseler, bu masal kadar kolay anlatamazdı. Kaldı ki masalı anlatırken bile aslında gülümsemesine rağmen içi kan ağlıyordu. Ama masal mutlu bir hikayeyi anlatmalıydı, sonuna kadar… Bu yüzden yüzünde hep bir gülümseme vardı, ihtiyarın…
Araba evin önünde durdu, genç adam teşekkür ederek arabadan indi.
-İstersen dönüşte yine seni okula bırakabilirim.
Şaşırmıştı, ama hoşuna da gitmişti. Bu kız onu devamlı böyle şaşırtacak mıydı? Bu sorunun cevabının koca bir evet olacağını ve günün birinde onu öyle bir şaşırtacağını ve bundan sonra hayatının asla aynı olmayacağını, olamayacağını bilseydi, bu maceraya atılır mıydı acaba?
-Tamam, olur… Ben saat 12.45 gibi çıkarım evden…
-Tamam… Ben burada olacağım.
Ve oradaydı genç ve güzel kız, masmavi gözleri ile… Deniz mavisiydi gözleri, şiirler yazılacak kadar güzeldi o deniz… Yazılacaktı da…
Okuldan eve, evden okula yolculuklar birkaç gün gayrı resmi, arkadaşça devam etti. Arada kafede buluşmalar sıklaştı. Tek bir eksik vardı, telefon… Telefonla hiç konuşamıyorlardı. Genç kızın evini aramasına imkan yoktu, en azından o böyle istiyordu. Ailesinin bu konuda ciddi anlamda sorun çıkartabileceğini ve bununla uğraşmak istemediğini söylemişti. “Arayabildiğim zaman ben seni ararım” demişti.
Okul devam ederken ilişkileri de ilerledi. Artık elini tutabiliyordu, gözlerine bakabiliyordu saatlerce birbirlerinin… Boş derslerde beraber dolaşıyorlardı. Eve gitme vakti geldiğinde acı başlıyordu, ta ertesi sabaha kadar görünmez oluyordu genç kız… Yapabileceği tek şey o lanet telefonun çalmasını beklemek oluyordu. Cep telefonu değil bu arada, o zaman henüz böyle bir şey icat edilmemişti. Size çevirmeli, ahizeli, kordonlu telefonlardan bahsediyorum, telsiz bile değil…
Genç adamın evinde, sadece salonda bir adet telefon bulunuyordu, özel konuşmak istediği zamanlar, sevgilisinin aradığı o ender zamanlarda, telefonun uzun kablosunu alıp, ki o kablo makineyi sadece oda kapısının önüne kadar getiriyordu, oradan ahizeyi kaldırıp, ahizenin kıvrım kıvrım olan kablosunu oda kapısının altında kalan boşluktan geçirerek, kapısını kapatıp, odasında sırtı kapıya dayalı, yarı gizli konuşmalarını gerçekleştiriyordu. Bu konuşmalar da çoğu zaman yarıda kesiliyordu, çünkü karşı taraf, ev ahalisinin ani odaya girişlerinden dolayı telefonu kapatmak zorunda kalıyordu.
Genç adam asla bu durumdan şikayet etmedi, edemezdi. İlişkilerinin geri kalan 16 senesi boyunca da şikayet etmesi gereken birçok şeyden etmeyip, hep içine atacağı gibi… Çünkü, sanırım onu seviyordu, böyle küçük detaylara veya engellere takılmayacak kadar… Biliyordu ki sabır her zaman kazandırırdı. Bu küçük detaylara ve engellere takılmaya takılmaya, büyüklerine karşı da böyle bir mekanizma geliştirdiğinin farkında değildi o zamanlar… Optimizmin sınırlarını aşacak bir karakter yaratıyordu kendinde… İçsel bir “Polyanna” büyütüyordu benliğinde…
Tanışmaları baharın son aylarına denk gelmişti, ve okul bitmek üzereydi. Bundan sonra önlerinde ciddi sıkıntılarla dolu 3 ay olacaktı. Nedenini şöyle açıklamıştı genç kız;
-Annemlere her gün bir yere gidiyorum diyerek evden çıkamam. Çok ender yalnız çıkabiliyorum, belki yanımda erkek kardeşim olursa izin verirler arada sırada…
Bu da demek oluyor ki, acılı 3 aylar başlıyor… Yapabileceği bir şey yoktu. İki seçeneği vardı, önünde; beklemek ya da gitmek… Nedense hayatının kalanında olacağı gibi, söz konusu bu genç kız, sonrasında da bu genç kadın olduğunda, hep beklemeyi seçecekti, ta ki bir güne kadar…
Yaz aylarında belki toplasanız, bir insan vücudundaki parmakların topl

am sayısından fazla görüşmemişlerdi. Bu görüşmelerde genelde, erkek kardeş nezaretinde ve hatta bir keresinde, sevgilisinin, şans eseri annesinin de bulunduğu bir ortamda, “arkadaşlı” kisvesi altında gerçekleşmişti.
Okulun tekrar başlaması, tek çıkış ve rahatlama durumuydu.
O 3 aydan anlatacak çok ta fazla bir şey olmadığından boşluklardan fazla bu iki gencin hayatından, size direk okul açılışından itibaren ki takip eden ayları aktarıyım.
Okulun başlaması ile ilişki yeniden eski neşesine, tutkusuna ve mutluluğuna kavuşmuştu. Son sınıf öğrencisi olmalarının getirdiği ayrıcalıkla boş dersleri fazlalaşmıştı, dolayısıyla da görüşmeleri de…
Bu sene çoğu zaman sevgilisinin okul ve sınıf arkadaşlarının bulunduğu grup ile beraberlerdi. Eğlenceli idi. Fakat bazı şeyler vardı o gruptaki bazı insanlarda genç adamın canını sıkan, kaldı ki haklı da çıkacaktı.
Kız bir kursa yazılmıştı fakat fazla devam etmiyordu. Gireceği üniversite sınavlarına hazırlık kursuydu bu… Önemliydi her ikisi içinde, çünkü ilişkilerinin seneye de bu şekilde seyrine devam edebilmesi için, her ikisi de aynı bölümü kazanmaya söz vermişlerdi birbirlerine… Böylece daha çok beraber olabilmeyi hayal ediyorlardı.
-Ben bugün kursa bir uğrayacağım, dedi genç kız sevgilisine
Fakat söyleyiş tarz… Nedense çok emin olamamıştı genç adam… Yine de çok fazla üstünde durmadı.
-Peki sevgilim…
Ama yine de bir his içini kemiriyordu… Asla yapmadığı bir şeydi bu hayatında ama, içinden bir ses, durumun farklı olduğunu söylüyordu. Kursa gitti, ona bakındı, orada değildi. Sordu, o gün hiç gelmemişti. Yanılmamıştı. Ve kahretsin ki, içindeki aynı ses yine onu nerede bulacağını söylüyordu. Oraya doğu yola çıktı. Vardığında apartman kapısı şansına açıktı. Yukarı çıktı, kapıyı çaldı. Kapıyı grupta, nedense çok güvenemediği, o insanlardan biri açtı. Ah o hisleri yok mu, niye böyle kuvvetliydiler ki, yanılmayı ne kadar çok isterdi.
“Nerede o?” diye sordu ama cevabını da beklemeden içeri girdi ve yatak odasına doğru yürüdü. Kapıdan içeri girdiğinde, odadaki yatakta yatmakta olan kızın o güzel yüzü kireç rengine dönmüştü. Sadece “Neden… Neden bana yalan söyledin…” diyebildi.
Aslında kızın bulunduğu durumda herhangi bir terslik yoktu, arkadaşının odasında oturuyordu, o yaşlara göre normal sayılabilecek bir şeydi… Ama yalan söylemesi… Ona yalan söylemesi, her şeyi çok farklı bir duruma getiriyordu. Genç adam dürüstlükten yanaydı, ondan şunu beklerdi; “ben bugün arkadaşımın evine gidip, onunla sohbet etmek istiyorum, buna ihtiyacım var” .
Etrafına baktı, odadaki herke en azından ergenlik dönemini atlatmış kişilerdi. Ateş’in oğlu hariç… Ama o da bir erkekti sonuçta, doğru yapılması gerekeni anlatıyordu, ve onun diğer erkekler gibi maço denen anlamsız sıfata bürünmüş bir içgüdü ile yetişmesini istemezdi. O Ateş’i bu şekilde yetiştirmemişti. Umarım diğer yetişkinler buradaki esas mesajı anlamışlardır diye düşündü.
Hayatı boyunca, karşısındakine, sinir bozucu bir halde güvenirdi. Ve bu güven etrafındakileri çıldırtırdı. Şimdiki sevgilisinden bir önceki ilişkisini hatırladı. “Kim bilir şimdi ne yapıyor” diye düşündü. Çok tatlı ve iyi bir insandı. Onu evden aradığında birçok sefer ablası telefona çıkardı ve o, kız arkadaşının nerede olduğunu sorduğunda, ablası her seferinde “erkek arkadaşları ile dışarı çıktı” yanıtını verirdi. Genç adam tek şunu söylerdi buna karşılık “gelince aradığımı söylersin lütfen…”. Aramalarının bilmem kaçıncı seferinde o zamanki sevgilisinin ablası şu şekilde patlamıştı; “ sen ne biçim erkeksin, insan bir merak eder, kimle çıktı, kim o erkek arkadaşları diye…! Hayret bir şey yahu…!” Ama onun cevabı şu şekildeydi; “ben onun kim olduğunu biliyorum ve ona güveniyorum, o yanlış bir şey yapmaz”. İşte bu güven hayatı boyunca herkese karşı oluşmuştu içinde… Bunu engelleyemiyordu. Ve dürüstlüğü ve aşırı güveni yüzünden kaybedeceklerini de kestiremezdi o günlerde oluşan bu içgüdü neticesinde…
Genç adamın tek umursadığı o anda, sevgilisinin yalan söylemesiydi. Keşke açık bir şekilde doğruyu söyleseydi, o zaman bu şekilde hissetmezdi belki… Kendini ilk defa kandırılmış hissetmişti. Ama bu son olmayacaktı.
Genç adam arkasını döndü ve odadan çıktı. Kapıya yöneldi, ağzından tek bir kelime daha çıkmamıştı. Merdivenlerden koşarca indi, arkasından kimse geliyor mu diye bakmadan… Bir taksi çevirdi ve gideceği istikameti söyledi. Eve vardığında ne yapacağını bilmiyordu. Aslında durum çok vahim değildi. İlk anda verdiği tepki fazla olmakla beraber normaldi. Beklemeye karar verdi. Sabır uzun süreler sonucu geliştirdiği bir erdemdi.
Bir başka özelliği ise, ki yine bu konuda kendisi ile gurur duyardı, küs kalamıyor olmasıydı kimseyle… Aradan 1-2 gün geçmesi ile, ilişkileri normale dönmüştü ya da ona öyle geliyordu. Bu yanılsaması uzun sürmedi. Bir gün sevgilisi geldi ve;
-Benim bazı ailevi sorunlarım var, bu yüzden bu ilişkiye devam edemeyeceğim. Bitirelim…
Bu tip durumlarda asla “neden”, “niçin” gibi soruları sormazdı karşısındakine… “Peki” dedi. Sebep anlamlı mıydı, yoksa anlamsız mı bilemiyordu ama, futbol tabiri ile ikinci golü kalesinde görmüştü. Yapacak bir şey yok diye düşündü kendi kendine… Tüm bu sakinliğine karşı kendine gelmesi bir haftayı bulmuştu. Bu esnada oturduğu semtte günlük yürüyüşlerinden birini yaparken, kendinden yaşça 2 yaş küçük, çok sempatik bir kızla tanışmıştı. O yaşların da verdiği hız ve çılgınlıkla, aralarında bir samimiyetin gelişmesi ve bunun ilişkiye dönüşmesi çok kısa sürmüştü. Tüm gününü onunla geçirmeye başladı kısa zamanda… 2-3 haftadır gayet iyi gidiyordu ilişkileri… Eski sevgilisine de pek rastlamıyordu oralarda artık… Sadece bir ya da iki kez görmüştü onu… Ve gördüğünde de selam verip hatırını soruyordu. Ayrılıklarının 1. ayı dolmak üzereyken, bir gün yeni kız arkadaşını eve bıraktıktan sonra, yine her zaman arkadaşları ile takıldığı kafe ye gitti… Orada bazen kafe sahiplerin yardım da ediyordu. Sohbet esnasında, ortak arkadaşlarından biri, kızın onu terk ettiğine pişman olduğunu ve tekrar ona geri dönmek istediğini söyledi. Genç delikanlı bunun çok zor olduğunu artık yeni bir kız arkadaşının olduğunu ve mutlu olduklarını, keyifli bir ilişki yaşadıklarını söyledi. Arkadaşları ısrarla, onun çok üzgün olduğunu ve ona bir şans daha vermesi gerektiğini söylediler kendisine… Bu verilecek şanslar zaten hiç bitmeyecekti ilişkilerinde bundan sonra… Ta ki…
Kafası çok karışmıştı, ama uzun süredir beraberlikleri vardı onun ile , neredeyse bir yıl olmuştu tanışalı ve zordu ama güzeldi. Yeni kız arkadaşı ise biraz çocuktu ama o da çok tatlı idi. Yahu bu kadınlara anlam vermek çok zordu. Niye bırakırsın ve niye dönmek istersin aklınız nerede sizin. Bir şeyin değerini anlamak için onu yitirmek mi gerekiyor diye avazı çıktığı kadar bağırdı kafasının içinde, beyni patlayabilirdi iç sesinin desibelinden dolayı…
-Gelsin tüm bunları kendisi söylesin yüzüme karşı…. dedi..
Dedi ama sonra kendisi de şaşırdı bunu söylediğine… Ne değişecek ki, yüzüme karşı söylediğinde…? Ne yapıyorum ben, amacım ne…? Bir saniye ben yalnız kalmalı ve düşünmeliyim.
Ve yine dürüstlük hormonu hortlamıştı. Durumu, daha sonra birçok kez böyle yaptığında da kendine vereceği addaki gibi, salak dürüstlüğü kisvesi altında, o anki kız arkadaşına açtı.
Ve sonucu tahmin edebilirsiniz elbet… Müthiş bir gök gürlemesi, ardından gelen sağanak ve kriz şeklinde devam eden birkaç saat… Ve bu krize tam da zamanında eklenen bir haber…
-O geldi burada, konuşmak için seni bekliyor.
Hah süper dedi… Tam pişti olduk durumu gençler arasında tam da bu ve bunun gibi durumlar için kullanılıyordu. Kız arkadaşı ben de geleceğim diye tutturmuştu. Onun bu saçmalamasını dindirmek gerekiyordu.
-Merak etme hayatım ben seninle mutluyum ve herhangi bir şey değiştirmeyeceğim bu konuda da… Sadece konuşacağım hepsi bu… Kısa zamanda yanında olacağım. Sen beni evde bekle lütfen ve sakin ol…
Bu sözler biraz olsun sakinleştirmişti onu… Fakat genç adam kendi kendine herhalde bir daha böyle şiddetli bir tepki ile karşılaşmam diye düşündü. Biraz korkmuş ve kafasında soru işaretleri belirmişti. Konuşmak için hazır bekleyen eski sevgilisinin yanına gitti.
-Evet seni dinliyorum.
Gerçekten çok soğuk bir giriş olmuştu. Kız da daha sıcak bir karşılama bekliyordu belliydi yüzüne yerleşmiş şaşkınlıktan… Çabuk toparladı ve başladı konuşmaya, daha önce arkadaşının ona söylediklerini teker teker kendi ağzı ile anlattı. Genç adam çok ikna olmadığını söyledi. Bu sefer kız biraz daha detaya girerek, yaptığının yanlış olduğu, onu çok sevdiği ve onu kaybetmek istemediği gibi ek ve daha anlamlı olacak kelimeleri dile getirdi. Gerçekten kafası çok daha fazla karışmaya başlamıştı. Evet şu anki kız arkadaşı ile eğleniyordu ama genç adam da sevmişti eski sevgilini ve tekrar eline sevdiği insan ile mutlu olma fırsatı geçtiğinde bunu elinin tersiyle geri mi tepmesi gerekiyordu.
Kız anlattıklarından sonra uzun bir sessizlik olunca ve bir cevap alamayınca, gitmesinin daha iyi olacağını düşünmüştü ki,
-Ben artık eve dönmeliyim, sen düşün lütfen söylediklerimi… diyerek arabasına bindi ve uzaklaştı oradan yavaş hareketlerle…
O gittikten sonra genç adam ve arkadaşları orada öylece durdular birkaç dakika… Sonunda gruptaki ortak arkadaşlarından biri;
-hadi görüyorsun işte, gelsin dedin, geldi ve her şeyi söyledi. Daha ne düşünüyorsun ki?
Diğerleri de onu tasdik eder kelimelerle takip eden birkaç cümle kurdular bu konuda… Ve yine bir büyük sessizlik anı, sadece sokaktaki insanların sesleri ve geçen arabaların motor sesleri vardı kulaklarda, ama genç adam şu anda onları bile duymuyordu belki, zaten iç kafa sesi yeteri kadar gürültü yapıyordu onun için… Birkaç dakika daha geçti, artık etraftakileri de gözü görmüyordu, çünkü gözünün önünden her iki ilişkinin de anları film şeridi gibi geçiyorken, beyni de bu filme dublaj yapmaya çalışıyordu.
Ve bir anda ağzından bir isim çıktı…
-Çocuklar benim bir lavaboya gitmem gerekiyor izninizle…
Yine yapmıştı ihtiyar adam yapacağını…


Geri döndüğünde hiç kimsenin yerinden kıpırdamadan onu beklediğini görmüştü. Hatta hareket bile etmediklerin ve nefes bile almadıklarını söyleyebilirdi. Yavaşça yerine oturdu. Şöyle bir arkasına yaslandı, keyiflenmişti. Anlattığı masalın onların ilgisini çekmesi onu keyiflendirmişti. Devam etti kaldığı yerden, başka bir söze hacet yoktu zaten…
-……..
Evet o isim ağzından çıkıvermişti. Bir an için kendisi de anlam verememişti. Ama zaten onunla ilgili yaptıklarına hayatının sonuna kadar bir anlam veremeyecekti. Eski sevgilisinin ismini ağzından telaffuz ettiğinde, direk olarak aklına, o andaki kız arkadaşına ne söylemesi gerektiği gibi bir bilmece geliverdi. Yine her zaman yaptığı şeyi yapmalıydı. “Umarsız açık sözlülük”; neye mal olursa olsun. Gerçi tüm bu girişimleri hep kayıplarla sonuçlanmıştı, ama bunlar gerçekten kayıp mıydı tartışılırdı.
Zorlu ve yıpratıcı olmuştu, açıklama periyodu. Yine bir fırtına çakan şimşekler, sinir krizleri… Ama sabrı ile sakinleşmesini sağlamıştı. Fakat biliyordu ki, bir süre yüzüne bile bakmayacaktı, eski kız arkadaşı, yeni arkadaşı…
Onu sonra düşünürüz dedi… Şimdi yeni ama eski sevgilisine konsantre olmalıydı.
Günler geçtikçe, eski havalarını yakalamışlardı, hatta şaşırtıcı gelişmeler oluyordu. Henüz 20’li yaşlara adım bile atmamışlardı, fakat bir gün araba ile yine her zamanki gibi dolaşırlarken; hatta genç adama hala o sahneyi dünmüş gibi hatırlardı, kız ona;
-“Artık ilişkimizi aileme açıklama zamanı geldi. Ve hayatımın kalanını seninle geçirip, seninle evlenmek istiyorum.” dedi…
Kulaklarına inanmak istemedi. Aslında algılaması zaten birkaç dakikasını almıştı ama gerçekte ne tepki vereceğini hiç bilmiyordu. Çünkü ilk defa böyle bir şey başına geliyordu. Ama bilemezdi işte hayatının bu sözle değişeceğini ve asla bir daha aynı şekilde mutlu olamayacağını…
O an içinde havai, fişekler patlıyor ve çok şaaşalı bir geçit töreni düzenleniyordu.
-Ben de… dedi.
Dememeliydi belki de… Belki ismini o seçim anında telaffuz bile etmemeliydi.
Günler günleri, aylar ayları kovaladıkça genç adam, kızın verdiği söz tutmasını bekledi. Gerçek anlamda kızın kendisini olması, onun da kıza kavuşması için…
Yine yaz ve yine aynı senaryo yaşanıyordu. Üstelik bu sefer genç kız da, tamı tamına bir sene sonra genç adam ile aynı üniversiteye girmeye hak kazanmıştı. İşler yolunda gidiyordu. Ya da gençliğinin verdiği saflıkla, o öyle olduğunu zannediyordu.
Yazın genç adamın ile sık görüşemiyorlardı yine klasik olarak… Yine ender buluşmaların birinde, bir terslik hisseti genç adam… Sordu neler olduğunu… Kız ısrarla hiçbir şey olmadığını söylese de, genç adam kadınları hiç zannetmedikleri kadar iyi tanıyordu.
Direk yüzüne söyleyemediğini, olmakta olanın, çok iyi biliyordu. Sustu… Akşamı beklemeye karar verdi… Telefonu kaldırdı, numarayı çevirdi. Ahizeyi kaldıran ses onun sesi idi. Ve sordu;
-Neyin var? Bana söylemelisin…
-Yok bir şey…
-Hayır var bir şey… Lütfen benimle paylaş böyle çok acı çekiyorum.
-Seninle bir gelecek göremiyorum, ve senden ayrılmak istiyorum.
Önce koca bir nefesi yuttu. Durdu… Akşına söyleyecek bir şey gelmiyordu. Genç adam, öğrenci olmanın yanı sıra, yaptığı işte çok başarılı ve geleceği çok parlak biri olarak görünüyordu. Onun için alanındaki en iyilerden biri deniliyordu o genç yaşında… Kıza her zaman çok iyi davranmıştı, kaprislerine ses çıkarmamış, gidip gelmelerine göz yummuş, sabredip onu beklemiş, ve aslında hiç de hak etmediği bir ilişki yaşamıştı, sınırlamalarla dolu… Bunu herhangi biri ile tüm bu saçma sınırlamalar olmadan yaşayabilir ve belki daha da çok mutlu olabilirdi. Ama tüm bunlara rağmen, O böyle düşünüyorsa, yapacak bir şey yok diye düşündü.
-Emin misin buna…?
Herhalde kimse böyle bir cümleye, böyle basit ve sakin bir soru cümlesi kuramazdı.
-Evet
-Peki o halde, sana ileriki hayatında mutluluklar dilerim. Arkadaşlığımız bozulmaz umarım bu yüzden, çünkü senden haber almak isterim ara sıra ve sesini duymak…
-Tabii ki…
-Kendine iyi bak o zaman
-Sen de…
Ahizeyi kapattığında ne kadar ağladığını bilmiyordu. Gözlerini tekrar açtığında, güneş yeni doğuyordu ama başkaları için… Onun ise hayatı bir kaosa sürüklenmeye başlamıştı çoktan… Bir ay içinde kariyerini kaybedecek ve asla hayal bile edemeyeceği kayıplarla yüz yüze gelecekti… Ve kız tüm bu sebep olduklarını çok ama çok sonra öğrenecekti. Ama çok ta umursamayacaktı bunları…
-Dede… Daha hüzünlü bir hikayen yok muydu, gecenin bu saatinde? Biz de olay bir yere bağlanacak ta, böyle güleceğiz, eğleneceğiz diye bekliyoruz. Bu masal, diğer masallara benzemiyor senin bize küçükken anlattığın… Hani prensli, prensesli, mutlu sonla biten masallara… Şimdi sana neden bunu seçtin demeyeceğim çünkü mutlaka vardır bir bildiğin de işte sen anladın beni…
Ak saçlı adam gülümsedi hafifçe…
Ateş’in oğlunun bu çıkışı ve monoloğu herkesi gerçekten şaşırtmıştı. Ama hiçbiri daha farklı bir fikre sahip değildi. Fakat bunu dile getirememişlerdi. Hani dedeleri beğenmediklerini sanmasın diye… Aslında çok beğenmişlerdi. Hatta geri kalanını dinlemek için sabırsızlanıyorlardı ama çok mutluluğa giden bir masal görüntüsü vermemişti şimdiye kadar…
Dede anlatmaya devam etmesi gerektiğini hissetti ve devam etti söze…
Sonun başlangıcı başlamıştı genç adam için ama kabus henüz bitmemişti, hatta daha yeni başlıyor bile denebilirdi. Günler geçtikçe sakinleşmeye çalışıyor ve yeni duruma ayak uydurmak için elinden geleni yapıyordu. “Ara sıra senden haber almak isterim” derken aslında sesini duymak istemesi ve bir ihtimal acaba fikri değişir mi ümidi ile söylenen üstü kapalı gizli bir eylem belirten cümleden başkası değildi. Bununla beraber bir iki telefon konuşması da yapmışlardı, asla herhangi bir konu açmıyor genel güncel şeylerden bahsetmeye gayret gösteriyordu genç adam… Aradan bir ay geçmişti. Yine böyle bir telefon görüşmesi amaçlı ahizeyi eline aldığında evde yalnızdı. Numarayı çevirdiğinde karşısına çıkan arkadaşı değil, annesiydi.
-Merhaba …… evde mi?
-Hayır dışarıda şu an…
-Geldiğimde aradığımı söyler misiniz, beni geri ararsa sevinirim.
-Söylerim ama arayamayabilir, biraz telaşlıyız da bugün…
-Her şey yolunda değil mi, herhangi bir sağlık problemi mi var?
-Yok yok bu tatlı bir telaş, ……’yı nişanlıyoruz da bugün…
Nişan al. Ateş….
İdam mangasına emri vermişti komutan, şimdi saniyeler içinde manganın 10 askeri, tüfeklerindeki tüm kurşunları karşılarında, dünyaya gözleri bağlı duran ve hiçbir şeyden haberi olmayan adamın üstüne boşaltacaklardı.
Adam önce bir sıcaklık hissetti, sonra uyuşukluk, sonra her şey durdu, bir an hafifledi. Şimdi vücuduna yukarıdan bakıyordu. Dünyaya da yukarıdan bakıyordu. Artık bu dünyaya ait değildi. Bu dünyaya ait olmayan varlıklar da kızgınlık, öfke, kıskançlık, mutluluk, üzüntü gibi hisler barınmazdı. Bunlardan da arınmıştı şu birkaç salise içinde… Hatta ölü olduğu için kanı da soğuktu ve tüm soğukkanlılığı ve dünya üstü varlığıyla ve O’nun sağladığı ses tonuyla;
-Tebrik ederim. Kendisine çok mutluluklar dilediğimi söylersiniz.
Bu sözleri nasıl bu kadar sakin söyleyebilmişti, Yıllarca hem o hem başkaları şaşacaktı buna ama olmuştu işte yapmıştı.
Kafasında bir sürür, “neden”, “nasıl” ve “niçin” soruları dolaşıyordu ama, “durun” dedi, tüm sorulara “durun”! Bu soruları tek başına cevaplamaya çalışmasına ve cevapları bulmasına imkan olmadığını biliyordu. Bu olay ona boyut değiştirtmişti.
-Sanırım bunu yaşama gerekiyordu. Ve yaşadım, bundan sonra yapılacak bir şey yok. Kaybettim. Tamamen…
Evet bundan seneler sonra kazanacak olsa da, aslında o anda kaybetmişti. Kız yaklaşık 2 ay içinde evlendi ve masal burada bitti.
Çok büyük sessizlik… Herkes adamın gözlerine bakıyordu. Gözlerindeki birikmiş yaşlar, buruşmuş göz kenarlarının oluşturduğu setler sayesinde göz pınarlarında tıkanıp kalıyor ve yanaklarından aşağıya doğru süzülemiyordu. Göz kapakları ve kenarları, gözünün alt kısımlarındaki ifade, sanki onun sevdiği kadın başkasıyla evlenmiş gibi acı ve geçmiş doluydu. Sağ elinin işaret ve başparmağı ile gözündeki yaşları basit bir hareketle aldı ve yok etti. Kimse soru sormaya ya da bir şey söylemeye cesaret edemiyordu. Bunu Ayşe bozdu, zaten bir tek o yapabilirdi.
-Herhalde devamı olacak değil mi baba bunun? Yani böyle bitmeyecek?
-Devamı var ama devamı bundan da hüzünlü hayatım… Unutmayın hiçbir masal bitmez canlarım, masalları yaşatanlar anlatanlardır. Ve herkesin anlatacağı bir masalı vardır. Bu malda bitmedi tabii ve bitmeyecek de… Eğer buraya kadarında sizi böyle sessizliğe ve üzüntüye gömecek kadara hüzünleniyorsanız, devamını hazmetmeniz imkansız… Onun için gidin ve dinlenin şimdi… Masal’ın devamını sizin hazır olduğunuza inanırsam anlatırım ve bir de ben kendimi hazır hissedersem. Yoksa, devamının hüznünü bunca yıl kimseyle paylaşmadan içimde taşıdım nasılsa, yine taşırım, sizi de buna sürüklemem, kaldı ki zaten şu an yeterince sürüklenmiş durumdasınız.
Bu net ve sınırları çizilmiş cevaba, kimse itiraz edemezdi, ya da Ayşe’nin zıpırlığı bile yetmezdi bu duvarı kaldırıp, masalın duvarın arkasındaki devamını göstertmeye… Herkes O’nun hazır olduğunda duvarı kaldırıp diğer tarafı da göstereceğini biliyorlardı. O zamana kadar herkesin sabretmesi gerekirdi.
Masalın kahramanları erememiş olsalar da muratlarına şimdilik, biz çıkalım kerevetimize … Ve kendimize şu soruyu soralım. Her masal böyle midir, yoksa masallar gerçek midir? Ya da gerçek aslında bir masaldan mı ibarettir?