26 Eylül 2010 Pazar

Öyle bir geçti ki zaman... (1)

Genç öğretmen, ülkenin bu az gelişmiş şehrinde ulvi görevini yaparken, bulduğu bu fırsattan dolayı çok mutluydu. Spora adanmış hayatında, bu sporu da yapma fırsatını burada bulmayı beklediği çok söylenemezdi. Kayak yapmak için giydiği kalın hırkanın fermuarını boynuna kadar çekti. Dışarıda eksi 5 dereceyi gösteriyordu duvardaki cıvalı termometre… Elindeki batonlar ve ayağındaki kayaklar çok yeni sayılmazdı ama yine de kullanışlıydılar. Bu kuru soğuğa rağmen tepede hafif parlayan güneşi gözlerini almasın diye numaralı güneş gözlüklerini gözüne taktı, yün eldivenlerini eline geçirdi ve ahşap kulübeden yavaş yavaş, kar sapanı yürüyüşü ile çıktı. Önündeki hiç de kısa olmayan piste baktı, daha önce de burada çok kez kaymıştı. Fakat nedense bugünün farklı olacağı ile ilgili bir his vardı içinde... ” Umarım bir yerimi sakatlamam” diye geçirdi içinden…
Pistte kayan birkaç kişi gözüne takıldı. Zaten gerçekten de sadece birkaç kişi geliyordu buraya, bir elin parmaklarının sayısını geçmeyecek kadar… Onlar da zaten tanığı kişiler olan, şehrin ileri gelenlerindendi.
İlk bölgeden kaymaya başlamak için pistin başına geldiğinde, pistin doğu tarafından daha önce hiç görmediğine emin olduğu bir bayan, hiç görmediği kadar da iyi bir stille kayarak geliyordu. Gözündeki güneş gözlüğü ve alnına kadar indirmiş olduğu beresi, yüzünü tam olarak görünmesini engellese de, başının iki yanından berenin altından çıkan ve omuzlarının aşağısına dökülen altın sarısı saçları, hiç görmediğine emindi. Kadın hızla ve müthiş slalomlarla kayıyordu. İyice meraklanmıştı. Kadın uzaklaştıkça merak arttı, kımıldayamamıştı yerinden… Kadın gözden kaybolunca o da kaymaya başlayabildi ancak… Pistin sonuna geldiğinde, başka bir ahşap kulübede oturan ve çaylarını yudumlayan insanlara baktı. Yine aynı kişiler… Kulübenin hemen yanından çıkan gelen kayaklarını çıkarmış, beresini eline almış, sarı saçlı kadını görene kadar, tekrar yukarıya çıkmayı ve bir tur daha kaymayı planlıyordu kafasında… Ama kadın öyle bir eda ile geldi ve oturdu ki boş masalardan birine, ve öyle bir mavi bakıyordu ki Muzaffer’e, Muzaffer’in eli kayaklarının kilidine gitti otomatik olarak. Çıkardı onları, omzuna aldı, botları karların içine bata bata yürüdü kafenin önüne… Kayaklarını ve batonlarını bıraktı, kulübenin yan duvarına… Beresini çıkardı. Kıvırcık saçları iyice kafasına yapışmıştı dar bere yüzünden… Kulübenin verandasına adım attı. Kadının oturduğu masaya doğru yöneldi. Kadın gözlerini hafifçe kaçırmıştı, Muzaffer’in kendisine doğru geldiğini gördüğünde… Hayatı boyunca iki çift göze bakamamıştı Rebiya hanım… Biri dans ederlerken Mustafa Kemal’in, diğeri de kendisine yaklaşmakta olan bu genç adamın ateş saçan mavilerine…

Hiç yorum yok: