10 Temmuz 2010 Cumartesi

Masal (baştan sona tamamı)

Masal…

Saçları tamamen beyaz olalı, bayağı uzun bir süre olmuştu. Sakallarında ise hala birkaç renk mevcuttu ama tabii artık ağırlık beyazdı... Çok gençken ona “Kızıl Sakal Barbosa” (çok ünlü bir korsan/kaptan) diyorlardı, sakallarında kızıl, siyah ve sarı renkler mevcut olduğu için… Bu aklına geldiğinde şaşırdı kendine çünkü artık yaşı 70 yaşına gelmişti ve bunu dahi hatırlıyor olması çok komikti. Çok güzel bir hayat yaşamıştı. Bir sürü iniş çıkış, kayıplara rağmen, hep mutlu anlarını hatırlardı, tabii ki bu kötü anıları unuttuğu anlamına gelmiyordu, ama bunları aklına temcit pilavı gibi getirmemeyi, çok genç yaşlarda öğrenmişti
Hep hayal ettiği, yerden tavana kadar kitaplık olan, oldukça geniş, doğal ahşaptan yapılmış kitaplıkları, çalışma masası, konforlu bir çalışma koltuğu ve rahmetli dedesinde en çok gıpta ettiği ve artık kendisi de dede olduğuna göre sahip olabileceğine karar verip aldığı, aslında oğlu Ateş’in (dedesinin lakabı, ona olan sevgi ve saygısının yanında ve annesinin isteğini de yerine getirmiş olup, onu mutlu etmek amacı ile bu adı koymuştu oğluna) babasının bunu ne kadar çok istediğini bilerek, yeni yaş gününde armağan olarak aldığı sallanan sandalye de içinde olan çalışma ve okuma odasında günlerini okuyarak, yazarak ve çocuklarına ve torunlarına hikayeler anlatarak geçiriyordu. Onu dinlemeye bayılıyorlardı hepsi, çünkü biliyorlardı ki, onun anlattıklarında gerçeklik, yaşanmışlık vardı, hem iyi hem kötü olaylarda… Hayatında yanlış yaptığı şeyleri de anlatırdı tüm açıklığıyla… Bunu yapmasının tek sebebi ise, onları hayata hazırlamaktı. Çünkü hayatta her şey bizler için gerçekleşirdi, iyi de kötü de… Ve her şeyin olmasının bir sebebi vardı.
Hava yine kararmıştı. Takvime baktı… 25 Şubat 2040… Şöyle bir gülümsedi, aklına gelenlerden dolayı… Üstüne başına çeki düzen verdi. İçerde herkes onu bekliyordu. Hep kalabalık bir ailesi olsun ve onları rahatça ağırlayabileceği yeterince büyük bir eve sahip olsun isterdi. Şimdi işte o evin koridorunda yine çalışma odasına doğru yürüyordu. Kapıya geldi ve şöyle bir baktı içeriye, kimse onun kapıda durduğunun farkında değildi. Kızlarına baktı, “Tanrı’m” dedi, daha hala her ikisinin de üç yaşlarındaki halleri gözünün önündeydi. Ayşe ve Zeynep yine bir kenarda baş başa vermiş el ele dedikodu yapıyorlardı. Ateş yine kendi oğluna, dedesinin sporculuk fotoğraflarını ve madalyalarını gösteriyordu. Her ne kadar çocuklarının “Baba bu fotoğrafları dijital ortamlara yükleyelim, artık çok güzel şeyler var, böyle albümlerde saklamana gerek yok” şeklindeki baskılarına rağmen, o hala tüm bu anıları albümlerde saklamayı sürdürüyordu. Tüm bu gelişmişliğin yanında, anıları kendilerine ait nostaljik ortamlarda saklamayı seviyordu. Odaya göz gezdirmeye devam etti; Ayşe ve Zeynep’in kızları bir köşede yerlerdeki minderlere oturmuşlar, bunları torunları onu dinlerken rahatça otursunlar diye koymuştu odaya, fısır fısır konuşuyorlardı. “Bahse varım” dedi sırıtarak kendi kendine, üniversite aşklarından konuşuyorlar.
Bu akşam anlatacağı hikaye çok farklıydı. Daha önce duymadıkları bir masal anlatacaktı onlara… Bugüne kadar, hiç masal anlatmamıştı. Belki anlamaları zor olacaktı ama anlatmakta kararlıydı bu masalı…
Ateş, gördü babasını kapıda dikilirken…
-Baba ne kadar zamandır ordasın? Seni bekliyorduk.
Cevap vermedi, yüzünde bir gülümseme ile girdi içeri ve sallanan koltuğuna oturdu.
Herkes gülümseyerek ve yüzlerinde “ acaba bu akşam ne anlatacak” heyecanı ve merakıyla kendisine bakıyordu. Şöyle bir göz süzdü herkese… İşte benim ailem dedi gururla…
Keşke kendi annesi ve babası da orda olabilselerdi, bu tabloyu görmek için, ve bir de O…
Zeynep’i tanıdığında, 3 yaşın verdiği tüm şirinlikle ve biraz da yaşamış olduklarının verdiği ağırlığın çocuğun üstünde, yaşı ile hiç de doğru orantıda olmayan, oluşturduğu olgunlukla ve zekası ile, ona hayran kalmıştı. “Onu kızım gibi sevebilirim ve seveceğim” de demişti. Ne de olsa, o zaman aşık olduğu kadının kanından ve canındandı. Ona tüm sevgisini verdi, çocukluğunda, ergenliğinde, gençliğinde, yetişkinliğinde ve evlenirken, ilk torununu doğururken… Hala da hepsinden değerliydi, onun için… Çünkü özel bir sevgiydi aralarındaki, öyle herkesin bulamayacağı ve kuramayacağı… İkisi de gerçek sevginin anlamını çok iyi biliyorlardı. Bu yüzden de çok büyük bir aşk ve sevgi ve de saygı vardı eşi ile arasında Ayşe’nin… Çocuklarında da aynı olgunluğu ve zekayı görebiliyordun zaten…
Ayşe’ye gelince… Bu kız ailenin her zaman en fırlaması olmuştu. Herkesi güldüren, eğlendiren, ailenin öyle ya da böyle çok fazla dağılmamasını sağlayan bir tutkal gibiydi. Herkesi kendine çeken bir mıknatıstı Ayşe… Sevgisinin babası gibi sarılarak, dokunarak ve dile getirerek belli ederdi. Bu şekilde sevgisini göstermeyi öğretebildiği için çok mutluydu, yaşlı adam… “Ona bırakabileceğim en önemli mirası zaten bıraktım” diyordu. Ona sarıldığı zaman tüm dertlerini unutuyordu, insan, çünkü onun sarılması gerçekti, yapmacık değil, babasını öptüğünde, yaşlı adam hayatı boyunca kendini başka dünyalara giderken buluyordu. Ne şanslı bir adam idi kocası… Her erkek böyle sevgisini gösterebilen bir eş hayal etmez miydi?
Ateş’e gelince… Ateş çok özel bir çocuktu. Her açıdan… Ateş, yaşlı adamın bu dünyadaki sevgiyi anlatma ve yayma görevindeki geldiği son nokta, gerçekleştirmesi gereken son görevdi. Ve sonunda bunu da başarmıştı. Ateş’i evlatlık aldığında, kendisi 42 yaşında, Ateş ise henüz 1,5 yaşında idi. Hiç kolay olmamıştı başlarda tabii ki… Son 8 senesini yalnız geçirmişti. Ateş’i evlat edinmek delilikti. Tabii bu etrafındakilerin fikriydi, kendisinin değil… Ama bunu yapabilecek de tek kişi vardı, o da zaten o zamanlar 42 yaşındaki, şimdinin yaşlı adamı idi. Şimdi ise Ateş, 30 ‘una yaklaşmakta olan, başarılı bir işadamı, ve kendisinin yapamadığını yapan, öz bir erkek evlada sahip olan, iyi bir eş ve müthiş bir baba idi. Ailede çocukları bir arada tutmak için çok enerji harcamıştı. Ama başarmıştı işte… Bir ressam gibi bitirdiği tablosunu uzaktan seyretmekten zevk alıyordu.
Ve artık yaşlı adamın seneler öncesinden gelen bu 3 çocuğu çok yakından ilgilendiren masalı anlatmasının zamanı gelmişti. Fakat masalın bir sonu yoktu, aslında herkese göre farklı bir sonu vardı. Ve herkes kendi sonunu kendi yazacaktı bu masalın. Onun görevi sadece anlatmaktı bu masalı onlara… Hayatta herkesin bir hikayesi vardır. Ama herkesin hikayesinin sonu bir başkasına göre farklıdır. Şimdi zamanı gelmişti masalın sonunu yazmanın, çünkü artık çok fazla vakti kalmadığını görebiliyordu. Her türlü görevini tamamlamıştı bu hayattaki… Yalnızca bir tanesini başaramamıştı kısmen…
-Hazır mıyız?... diye sordu.
Ayşe yine her zamanki fırlamalığı ve o müthiş mimiği ile
-Baba yaaa, hadi artık lütfeeeen, anlat yoksa sen şu masalı anlatmadan uyuya kalacağız burada… En azından anlat da öyle uyuyalım… diyince, herkes kahkahalara boğuldu.
Anlatacağı masalı bir gecede anlatmayı bitiremeyecekti, yaşlı adam… Bunu açıklayınca herkeste bir hayal kırıklığı oluştu. Her zaman bunu yapardı. Bir şeyi anlatmaya ya da yazmaya başladığında, en heyecanlı, en merakta bırakılacak yerde keser ve arkası yarın derdi. Herkes içten içe çok kızardı, biliyordu ama yine de böyle yapması çok hoşlarına gidiyordu.
-İşte klasik babam… dedi Zeynep. “Her zaman karşısındakileri etkilemeyi ve heyecanda bırakmayı çok sever. Ve şöyle söyleyeyim, asla ısrar etmeyin bitirmesi için, çünkü bunu yapmayacak kadar da inatçıdır. Baba… Hala bana küçükken, başının etini yiyeceğimi bildiğin halde, günler öncesinden “Sana bir sürprizim var” diyerek, beni meraktan komalara soktuğun günleri unutmadım.
Yaşlı adam bir kahkaha attı. Zeynep yerinden kalktı ve yanına gidip yanaklarından öptü babasını… Gülmesi çok hoşuna gidiyordu babasının, ve bunu hep söylerdi kendisine…
-Tamam baba , hadi şımarmayalım artık, anlat lütfen… diyecek kadar da babası ile dostlardı.
Yaşlı adam tatlı-sert fırçayı yiyince, kafasını salladı, tamam, anlamında…
Başlamadan önce derin bir nefes aldı. Gözlerini hafifçe kıstı. Eskilere gitti aklı. Hafif nemlendi gözleri…
Ayşe “yine aklına geldi” diye düşündü. Her O’nu aklına getirişinde, yüz mimikleri bu hale geliyordu.
Ayşe;
-Babaaa, yine mi? … diye sordu.
-Tamam bebeğim, yok bir şey… dedi, ama hiç inandırıcı değildi.
Diğerleri sadece ona bakıyorlardı. Yaşlı adamdaki bu yüz ifadesinin sebebini sadece Ayşe ve Zeynep bilebilirlerdi zaten… Bir kişi daha vardı bilebilecek fakat O artık aralarında yoktu. Uzun zamandır…
Söze girmenin zamanı geldi diye düşündü, hayatı boyunca sadece yazarken ve konuşurken rahatlamıştı. Konuşursa aklını dağıtabilirdi. Anıları kelimelere yüklemeyi seviyordu.
Ve başladı anlatmaya… Bundan sonra kimsenin çıtı bile çıkmayacaktı. Ta ki o susana kadar…
-Anlatacağım hikaye çocuklarım, birçok sonla bitebilen bir hikayedir. Herkes kendi sonunu kendisi bulacak biliyorsunuz ve hepinizden bu sonu dinleyeceğim teker teker. O zamana kadar soru sormak yasak. Sadece dinleyin ve hayal edin o güzellikleri, hikayedeki kişilere istediğini kıyafeti giydirip, istediğini makyajı yapabilirisiniz. Her bir karakteri aklınızda şekillendirin… İyi ya da kötü şekilde, tamamen size kalmış…
Genç adam muhitlerindeki arkadaşları ile mektepten boş kalan zamanlarını geçirmek üzere gittikleri kafeye yöneldi. Kravat takmayı hiç sevmezdi, boğuluyormuş gibi hissederdi kendini hep… Bu yüzden kafeye girerken eli ile kravatını gevşetti, ceketi ise zaten giymek için çok sıcak bir hava olduğundan elinde taşıyordu. Diğer elinde ise yaklaşık bir-iki saat içinde girmek zorunda olduğu, fakat hayatı boyunca anlam veremediği bir dersin notlarını taşıyordu. Üstelik bu dersten bir de imtihan olacaklardı. “Vatandaşlık”… O dönemde bir de bu derse asker kökenli eğitmenlerin girdiğini düşünürsek, aslında bu derse daha çok “milliyetçi militarizm dersi” demek daha doğru olurdu. Vatandaşlık haklarının ve görevlerinin öğretildiği bir derse askeri nizamda koyun gibi sürüsel bir tepki ile başlıyorlardı.

-Rahat… Hazıroooolllll….. Merhaba
-Sağollll…
Aman Allah’ım diye geçirdi aklından neden bu ülkede doğdum ki…
Tüm bu düşüncelerle kafeden içeri girdi ve arkadaşlarını gördü.
-Hey hadi biri beni şu vatandaşlık denen derse çalıştırsın, çünkü az sonra sınava gireceğim.
-Ben çalıştırırım. Diye bir kısık ses duydu. Yan gözle baktı sözün geldiği yan masaya ama oralı olmadı, yarım dudak gülümsemesi haricinde…
Genelde kızların attığı laflara ilk etapta karşılık vermezdi. Bu onu biraz daha çekici yapıyordu. Ya da o öyle sanıyordu… Genç adam yaşıtları arasında yakışıklı ve çapkın biriydi. Çok fındık kırdığı herkes tarından biliniyordu. Ama bunu yaparken kimsenin kalbini kırması da ona özel, has bir karakterdi. Çoğunluk eski kız arkadaşları ile hep ve daim olarak arkadaş kalabiliyordu. Bu çok hoşuna gidiyordu.
Gülümsemesini söndürdü ve arka masadaki arkadaşlarının yanına oturdu. Görebildiği kadarı ile üniforması masada bulunan arkadaşlarının gittiği okulunki ile aynıydı. Karşısında oturan arkadaşına hafif bir göz kırptı.
-Kim bu bakıyım?
Arkadaşı pis pis gülümsedi.
-Ne yapacaksın bakalım?
-Bilmem bir tanışmak isterim, çok ta güzel bir kıza benziyor.
-Tamam tanıştırırım. Biz şimdi kalkacağız zaten. Konuşurum onunla…
Arkadaşlarının birkaçı o grup ile beraber kalktılar. Başı ile hafifçe selamladı kendisine bakan güzel kızı, yüzünde hınzır bir gülümseme ile… Bence bu iş tamamdır dedi. Kızların ilk tepkilerinden olayın nereye gideceğini kestirebiliyordu.
-Hay Allah sınav… Daldık olaya hiçbir şey bakamadık. Neyse dur bir okuyalım baştan sona…
Bu şekilde, adrenalin yüklü çalışmalar işe çok yarıyordu ve her biri yüksek not alımıyla sonuçlanıyordu genç adamda, aynı bu sefer de olacağı gibi…
Aradan bir-iki gün geçmişti. Okulu eve çok yakındı ve hep yürüyerek gidip geliyordu. Öğlen aralarında da evine gider ve yemeğini kendi hazırlayıp yerdi. Yaklaşık bir saatlik arada bunu yapmak çok kolay oluyordu. Anne ve babası çalışan insanlardı. Bu yüzden yemeğini ısıtır, sofrayı kurar, yemeğini yer, sofrayı toplar ve bulaşığını yıkayıp yerine yerleştirirdi. Akşama annesine daha fazla iş çıkmasın diye… Yine okuldan çıktı. Bu sefer ön kapıyı kullanmıştı, çünkü artık arka taraftaki telde, okuldan kaçmak için kullandıkları delik keşfedilmiş ve kapatılmıştı. Elbet daha sote bir yerden bir delik daha açılabilirdi ama birkaç gün normal davranıp dikkatleri üzerlerine çekmemeleri gerekiyordu.
Her zamanki yürüyüş yolunu kullandı. Yokuştan yukarı çıktı, ilkokulunun önünden geçti ve her sabah kahvaltısını ettiği pastanenin sokağına girdi. Oradan da biraz daha yürüyüp, ilk sağdaki sokağa sapıp, ana caddeye doğru inecekti. Sokağın başına yaklaştığında arkadan biri ona seslendi.
-Pışşşt
“Pışşt “mı? Dönüp bakmakta tereddüt etti. Çok laf yemişti ama “pışt “ı ilk defa yiyordu. Yine aynı ses…
-Pışşt
Bu sefer döndü, ama karşılık vermek için… Fakat kelimelerini yutkunmak zorunda kaldı. Kafe de kendisine laf atan güzel kız arabasından ona sesleniyordu. “Sanırım tarzı bu…” dedi, içinden gülümseyerek. Aslında hoşuna gitmişti ama belli etmemesi gerekiyordu.
-Ne tarafa gidiyorsun? Diye sordu kız.
Kendini bir an bir karikatür kahramanı olarak gördü. Hani erkekler genelde laf atar ama bunu esprileştirip karikatür haline getirmek istersen tersini yapman daha komik olur ya… köpeğin adamı ısırması haber değeri taşımazken, adamın köpeği ısırmasının ciddi bir haber değeri olması gibi bir şey…
-Eve… diye kısaca cevapladı
-Kafe’nin olduğu taraf değil mi, ben de oraya gidiyorum gel götüreyim seni….
-Yürürdüm ben…
-Gel işte ben de o tarafa gidiyorum, bırakırım.
Israrcıydı ve bir kez daha hayır demek, tanışma fırsatını kaçırtabilirdi. Arabaya doğru yaklaştı, önde bir başka kız arkadaşı daha vardı. Arka kapıyı açtı ve arabaya girdi.
-Hayatım bir bardak su verir misin lütfen…
Ayşe’ye bakarak söyledi bunu. Ayşe tepkisiz kaldı. Tekrar yineledi.
-Tatlım sana söylüyorum, bir bardak su rica etmiştim.
-Aaaaa ben hala anlatmaya devam ediyorsun da kızdan su istedin zannettim babaaa..
Diyince herkes gülmekten yerlere yattı. Oda da yine kahkahalar çınlıyordu. Yine yapmıştı yapacağını fırlama kız… Aslında çok iyi biliyordu kendisinden istendiğini ama işte aklına o anda gelen muzırlıkla bunu yine herkesi güldürmek için kullanmıştı. Bayılıyordu kızlarının bu anlık pratik ve espritüel zekalarına… Her ikisi de bunu öyle güzel ve akıllıca kullanıyorlardı ki, hayran olmamak elde değil, diye geçirdi içinden…
-Ya baba baştan isteseydin de koysaydık ya yanına suyu, yine kestin en heyecanlı yerinde hikayeyi…
Tabii bu cümleler bizim sabırsız Zeynep’e aitti.
Hayatım bu öyle uzun bir masal ki yanıma tonlarca su koysanız bile inan birçok kez ara vermek zorunda kalacağız. Artık babanız yaşlı bir adam ve kolay değil anlatmak böyle uzun uzun… Bu arada Ayşe babasının suyunu getirmişti. Bir yudum aldı suyundan, dudaklarını ıslattı, beyaz sakallarının örtmekte olduğu dudaklarını… Saatine baktı. Epey geç olmuştu. Yarın torunlar okula gidecek, diğerleri de işe… Bu akşamlık bitirmeli diye düşündü. Bunu söylediğinde odada koca bir “yaaaa” nidası duyuldu sadece, topluca, programlanmış gibi aynı ağızdan çıkan 9 kişiden…
Hayatı boyunca çok kişiyi hayal kırıklığına uğratmış olduğunu hatırladı, kendisi de dahil… Tekrardan bunu birilerine küçücük de olsa, yaşatmak istemediğine karar verdi.
-Peki, peki… Devam edelim o zaman.
dedi gülümseyerek, o an karşısında gördüğü gözlerdeki sevinci anlat deseler, bu masal kadar kolay anlatamazdı. Kaldı ki masalı anlatırken bile aslında gülümsemesine rağmen içi kan ağlıyordu. Ama masal mutlu bir hikayeyi anlatmalıydı, sonuna kadar… Bu yüzden yüzünde hep bir gülümseme vardı, ihtiyarın…
Araba evin önünde durdu, genç adam teşekkür ederek arabadan indi.
-İstersen dönüşte yine seni okula bırakabilirim.
Şaşırmıştı, ama hoşuna da gitmişti. Bu kız onu devamlı böyle şaşırtacak mıydı? Bu sorunun cevabının koca bir evet olacağını ve günün birinde onu öyle bir şaşırtacağını ve bundan sonra hayatının asla aynı olmayacağını, olamayacağını bilseydi, bu maceraya atılır mıydı acaba?
-Tamam, olur… Ben saat 12.45 gibi çıkarım evden…
-Tamam… Ben burada olacağım.
Ve oradaydı genç ve güzel kız, masmavi gözleri ile… Deniz mavisiydi gözleri, şiirler yazılacak kadar güzeldi o deniz… Yazılacaktı da…
Okuldan eve, evden okula yolculuklar birkaç gün gayrı resmi, arkadaşça devam etti. Arada kafede buluşmalar sıklaştı. Tek bir eksik vardı, telefon… Telefonla hiç konuşamıyorlardı. Genç kızın evini aramasına imkan yoktu, en azından o böyle istiyordu. Ailesinin bu konuda ciddi anlamda sorun çıkartabileceğini ve bununla uğraşmak istemediğini söylemişti. “Arayabildiğim zaman ben seni ararım” demişti.
Okul devam ederken ilişkileri de ilerledi. Artık elini tutabiliyordu, gözlerine bakabiliyordu saatlerce birbirlerinin… Boş derslerde beraber dolaşıyorlardı. Eve gitme vakti geldiğinde acı başlıyordu, ta ertesi sabaha kadar görünmez oluyordu genç kız… Yapabileceği tek şey o lanet telefonun çalmasını beklemek oluyordu. Cep telefonu değil bu arada, o zaman henüz böyle bir şey icat edilmemişti. Size çevirmeli, ahizeli, kordonlu telefonlardan bahsediyorum, telsiz bile değil…
Genç adamın evinde, sadece salonda bir adet telefon bulunuyordu, özel konuşmak istediği zamanlar, sevgilisinin aradığı o ender zamanlarda, telefonun uzun kablosunu alıp, ki o kablo makineyi sadece oda kapısının önüne kadar getiriyordu, oradan ahizeyi kaldırıp, ahizenin kıvrım kıvrım olan kablosunu oda kapısının altında kalan boşluktan geçirerek, kapısını kapatıp, odasında sırtı kapıya dayalı, yarı gizli konuşmalarını gerçekleştiriyordu. Bu konuşmalar da çoğu zaman yarıda kesiliyordu, çünkü karşı taraf, ev ahalisinin ani odaya girişlerinden dolayı telefonu kapatmak zorunda kalıyordu.
Genç adam asla bu durumdan şikayet etmedi, edemezdi. İlişkilerinin geri kalan 16 senesi boyunca da şikayet etmesi gereken birçok şeyden etmeyip, hep içine atacağı gibi… Çünkü, sanırım onu seviyordu, böyle küçük detaylara veya engellere takılmayacak kadar… Biliyordu ki sabır her zaman kazandırırdı. Bu küçük detaylara ve engellere takılmaya takılmaya, büyüklerine karşı da böyle bir mekanizma geliştirdiğinin farkında değildi o zamanlar… Optimizmin sınırlarını aşacak bir karakter yaratıyordu kendinde… İçsel bir “Polyanna” büyütüyordu benliğinde…
Tanışmaları baharın son aylarına denk gelmişti, ve okul bitmek üzereydi. Bundan sonra önlerinde ciddi sıkıntılarla dolu 3 ay olacaktı. Nedenini şöyle açıklamıştı genç kız;
-Annemlere her gün bir yere gidiyorum diyerek evden çıkamam. Çok ender yalnız çıkabiliyorum, belki yanımda erkek kardeşim olursa izin verirler arada sırada…
Bu da demek oluyor ki, acılı 3 aylar başlıyor… Yapabileceği bir şey yoktu. İki seçeneği vardı, önünde; beklemek ya da gitmek… Nedense hayatının kalanında olacağı gibi, söz konusu bu genç kız, sonrasında da bu genç kadın olduğunda, hep beklemeyi seçecekti, ta ki bir güne kadar…
Yaz aylarında belki toplasanız, bir insan vücudundaki parmakların topl

am sayısından fazla görüşmemişlerdi. Bu görüşmelerde genelde, erkek kardeş nezaretinde ve hatta bir keresinde, sevgilisinin, şans eseri annesinin de bulunduğu bir ortamda, “arkadaşlı” kisvesi altında gerçekleşmişti.
Okulun tekrar başlaması, tek çıkış ve rahatlama durumuydu.
O 3 aydan anlatacak çok ta fazla bir şey olmadığından boşluklardan fazla bu iki gencin hayatından, size direk okul açılışından itibaren ki takip eden ayları aktarıyım.
Okulun başlaması ile ilişki yeniden eski neşesine, tutkusuna ve mutluluğuna kavuşmuştu. Son sınıf öğrencisi olmalarının getirdiği ayrıcalıkla boş dersleri fazlalaşmıştı, dolayısıyla da görüşmeleri de…
Bu sene çoğu zaman sevgilisinin okul ve sınıf arkadaşlarının bulunduğu grup ile beraberlerdi. Eğlenceli idi. Fakat bazı şeyler vardı o gruptaki bazı insanlarda genç adamın canını sıkan, kaldı ki haklı da çıkacaktı.
Kız bir kursa yazılmıştı fakat fazla devam etmiyordu. Gireceği üniversite sınavlarına hazırlık kursuydu bu… Önemliydi her ikisi içinde, çünkü ilişkilerinin seneye de bu şekilde seyrine devam edebilmesi için, her ikisi de aynı bölümü kazanmaya söz vermişlerdi birbirlerine… Böylece daha çok beraber olabilmeyi hayal ediyorlardı.
-Ben bugün kursa bir uğrayacağım, dedi genç kız sevgilisine
Fakat söyleyiş tarz… Nedense çok emin olamamıştı genç adam… Yine de çok fazla üstünde durmadı.
-Peki sevgilim…
Ama yine de bir his içini kemiriyordu… Asla yapmadığı bir şeydi bu hayatında ama, içinden bir ses, durumun farklı olduğunu söylüyordu. Kursa gitti, ona bakındı, orada değildi. Sordu, o gün hiç gelmemişti. Yanılmamıştı. Ve kahretsin ki, içindeki aynı ses yine onu nerede bulacağını söylüyordu. Oraya doğu yola çıktı. Vardığında apartman kapısı şansına açıktı. Yukarı çıktı, kapıyı çaldı. Kapıyı grupta, nedense çok güvenemediği, o insanlardan biri açtı. Ah o hisleri yok mu, niye böyle kuvvetliydiler ki, yanılmayı ne kadar çok isterdi.
“Nerede o?” diye sordu ama cevabını da beklemeden içeri girdi ve yatak odasına doğru yürüdü. Kapıdan içeri girdiğinde, odadaki yatakta yatmakta olan kızın o güzel yüzü kireç rengine dönmüştü. Sadece “Neden… Neden bana yalan söyledin…” diyebildi.
Aslında kızın bulunduğu durumda herhangi bir terslik yoktu, arkadaşının odasında oturuyordu, o yaşlara göre normal sayılabilecek bir şeydi… Ama yalan söylemesi… Ona yalan söylemesi, her şeyi çok farklı bir duruma getiriyordu. Genç adam dürüstlükten yanaydı, ondan şunu beklerdi; “ben bugün arkadaşımın evine gidip, onunla sohbet etmek istiyorum, buna ihtiyacım var” .
Etrafına baktı, odadaki herke en azından ergenlik dönemini atlatmış kişilerdi. Ateş’in oğlu hariç… Ama o da bir erkekti sonuçta, doğru yapılması gerekeni anlatıyordu, ve onun diğer erkekler gibi maço denen anlamsız sıfata bürünmüş bir içgüdü ile yetişmesini istemezdi. O Ateş’i bu şekilde yetiştirmemişti. Umarım diğer yetişkinler buradaki esas mesajı anlamışlardır diye düşündü.
Hayatı boyunca, karşısındakine, sinir bozucu bir halde güvenirdi. Ve bu güven etrafındakileri çıldırtırdı. Şimdiki sevgilisinden bir önceki ilişkisini hatırladı. “Kim bilir şimdi ne yapıyor” diye düşündü. Çok tatlı ve iyi bir insandı. Onu evden aradığında birçok sefer ablası telefona çıkardı ve o, kız arkadaşının nerede olduğunu sorduğunda, ablası her seferinde “erkek arkadaşları ile dışarı çıktı” yanıtını verirdi. Genç adam tek şunu söylerdi buna karşılık “gelince aradığımı söylersin lütfen…”. Aramalarının bilmem kaçıncı seferinde o zamanki sevgilisinin ablası şu şekilde patlamıştı; “ sen ne biçim erkeksin, insan bir merak eder, kimle çıktı, kim o erkek arkadaşları diye…! Hayret bir şey yahu…!” Ama onun cevabı şu şekildeydi; “ben onun kim olduğunu biliyorum ve ona güveniyorum, o yanlış bir şey yapmaz”. İşte bu güven hayatı boyunca herkese karşı oluşmuştu içinde… Bunu engelleyemiyordu. Ve dürüstlüğü ve aşırı güveni yüzünden kaybedeceklerini de kestiremezdi o günlerde oluşan bu içgüdü neticesinde…
Genç adamın tek umursadığı o anda, sevgilisinin yalan söylemesiydi. Keşke açık bir şekilde doğruyu söyleseydi, o zaman bu şekilde hissetmezdi belki… Kendini ilk defa kandırılmış hissetmişti. Ama bu son olmayacaktı.
Genç adam arkasını döndü ve odadan çıktı. Kapıya yöneldi, ağzından tek bir kelime daha çıkmamıştı. Merdivenlerden koşarca indi, arkasından kimse geliyor mu diye bakmadan… Bir taksi çevirdi ve gideceği istikameti söyledi. Eve vardığında ne yapacağını bilmiyordu. Aslında durum çok vahim değildi. İlk anda verdiği tepki fazla olmakla beraber normaldi. Beklemeye karar verdi. Sabır uzun süreler sonucu geliştirdiği bir erdemdi.
Bir başka özelliği ise, ki yine bu konuda kendisi ile gurur duyardı, küs kalamıyor olmasıydı kimseyle… Aradan 1-2 gün geçmesi ile, ilişkileri normale dönmüştü ya da ona öyle geliyordu. Bu yanılsaması uzun sürmedi. Bir gün sevgilisi geldi ve;
-Benim bazı ailevi sorunlarım var, bu yüzden bu ilişkiye devam edemeyeceğim. Bitirelim…
Bu tip durumlarda asla “neden”, “niçin” gibi soruları sormazdı karşısındakine… “Peki” dedi. Sebep anlamlı mıydı, yoksa anlamsız mı bilemiyordu ama, futbol tabiri ile ikinci golü kalesinde görmüştü. Yapacak bir şey yok diye düşündü kendi kendine… Tüm bu sakinliğine karşı kendine gelmesi bir haftayı bulmuştu. Bu esnada oturduğu semtte günlük yürüyüşlerinden birini yaparken, kendinden yaşça 2 yaş küçük, çok sempatik bir kızla tanışmıştı. O yaşların da verdiği hız ve çılgınlıkla, aralarında bir samimiyetin gelişmesi ve bunun ilişkiye dönüşmesi çok kısa sürmüştü. Tüm gününü onunla geçirmeye başladı kısa zamanda… 2-3 haftadır gayet iyi gidiyordu ilişkileri… Eski sevgilisine de pek rastlamıyordu oralarda artık… Sadece bir ya da iki kez görmüştü onu… Ve gördüğünde de selam verip hatırını soruyordu. Ayrılıklarının 1. ayı dolmak üzereyken, bir gün yeni kız arkadaşını eve bıraktıktan sonra, yine her zaman arkadaşları ile takıldığı kafe ye gitti… Orada bazen kafe sahiplerin yardım da ediyordu. Sohbet esnasında, ortak arkadaşlarından biri, kızın onu terk ettiğine pişman olduğunu ve tekrar ona geri dönmek istediğini söyledi. Genç delikanlı bunun çok zor olduğunu artık yeni bir kız arkadaşının olduğunu ve mutlu olduklarını, keyifli bir ilişki yaşadıklarını söyledi. Arkadaşları ısrarla, onun çok üzgün olduğunu ve ona bir şans daha vermesi gerektiğini söylediler kendisine… Bu verilecek şanslar zaten hiç bitmeyecekti ilişkilerinde bundan sonra… Ta ki…
Kafası çok karışmıştı, ama uzun süredir beraberlikleri vardı onun ile , neredeyse bir yıl olmuştu tanışalı ve zordu ama güzeldi. Yeni kız arkadaşı ise biraz çocuktu ama o da çok tatlı idi. Yahu bu kadınlara anlam vermek çok zordu. Niye bırakırsın ve niye dönmek istersin aklınız nerede sizin. Bir şeyin değerini anlamak için onu yitirmek mi gerekiyor diye avazı çıktığı kadar bağırdı kafasının içinde, beyni patlayabilirdi iç sesinin desibelinden dolayı…
-Gelsin tüm bunları kendisi söylesin yüzüme karşı…. dedi..
Dedi ama sonra kendisi de şaşırdı bunu söylediğine… Ne değişecek ki, yüzüme karşı söylediğinde…? Ne yapıyorum ben, amacım ne…? Bir saniye ben yalnız kalmalı ve düşünmeliyim.
Ve yine dürüstlük hormonu hortlamıştı. Durumu, daha sonra birçok kez böyle yaptığında da kendine vereceği addaki gibi, salak dürüstlüğü kisvesi altında, o anki kız arkadaşına açtı.
Ve sonucu tahmin edebilirsiniz elbet… Müthiş bir gök gürlemesi, ardından gelen sağanak ve kriz şeklinde devam eden birkaç saat… Ve bu krize tam da zamanında eklenen bir haber…
-O geldi burada, konuşmak için seni bekliyor.
Hah süper dedi… Tam pişti olduk durumu gençler arasında tam da bu ve bunun gibi durumlar için kullanılıyordu. Kız arkadaşı ben de geleceğim diye tutturmuştu. Onun bu saçmalamasını dindirmek gerekiyordu.
-Merak etme hayatım ben seninle mutluyum ve herhangi bir şey değiştirmeyeceğim bu konuda da… Sadece konuşacağım hepsi bu… Kısa zamanda yanında olacağım. Sen beni evde bekle lütfen ve sakin ol…
Bu sözler biraz olsun sakinleştirmişti onu… Fakat genç adam kendi kendine herhalde bir daha böyle şiddetli bir tepki ile karşılaşmam diye düşündü. Biraz korkmuş ve kafasında soru işaretleri belirmişti. Konuşmak için hazır bekleyen eski sevgilisinin yanına gitti.
-Evet seni dinliyorum.
Gerçekten çok soğuk bir giriş olmuştu. Kız da daha sıcak bir karşılama bekliyordu belliydi yüzüne yerleşmiş şaşkınlıktan… Çabuk toparladı ve başladı konuşmaya, daha önce arkadaşının ona söylediklerini teker teker kendi ağzı ile anlattı. Genç adam çok ikna olmadığını söyledi. Bu sefer kız biraz daha detaya girerek, yaptığının yanlış olduğu, onu çok sevdiği ve onu kaybetmek istemediği gibi ek ve daha anlamlı olacak kelimeleri dile getirdi. Gerçekten kafası çok daha fazla karışmaya başlamıştı. Evet şu anki kız arkadaşı ile eğleniyordu ama genç adam da sevmişti eski sevgilini ve tekrar eline sevdiği insan ile mutlu olma fırsatı geçtiğinde bunu elinin tersiyle geri mi tepmesi gerekiyordu.
Kız anlattıklarından sonra uzun bir sessizlik olunca ve bir cevap alamayınca, gitmesinin daha iyi olacağını düşünmüştü ki,
-Ben artık eve dönmeliyim, sen düşün lütfen söylediklerimi… diyerek arabasına bindi ve uzaklaştı oradan yavaş hareketlerle…
O gittikten sonra genç adam ve arkadaşları orada öylece durdular birkaç dakika… Sonunda gruptaki ortak arkadaşlarından biri;
-hadi görüyorsun işte, gelsin dedin, geldi ve her şeyi söyledi. Daha ne düşünüyorsun ki?
Diğerleri de onu tasdik eder kelimelerle takip eden birkaç cümle kurdular bu konuda… Ve yine bir büyük sessizlik anı, sadece sokaktaki insanların sesleri ve geçen arabaların motor sesleri vardı kulaklarda, ama genç adam şu anda onları bile duymuyordu belki, zaten iç kafa sesi yeteri kadar gürültü yapıyordu onun için… Birkaç dakika daha geçti, artık etraftakileri de gözü görmüyordu, çünkü gözünün önünden her iki ilişkinin de anları film şeridi gibi geçiyorken, beyni de bu filme dublaj yapmaya çalışıyordu.
Ve bir anda ağzından bir isim çıktı…
-Çocuklar benim bir lavaboya gitmem gerekiyor izninizle…
Yine yapmıştı ihtiyar adam yapacağını…


Geri döndüğünde hiç kimsenin yerinden kıpırdamadan onu beklediğini görmüştü. Hatta hareket bile etmediklerin ve nefes bile almadıklarını söyleyebilirdi. Yavaşça yerine oturdu. Şöyle bir arkasına yaslandı, keyiflenmişti. Anlattığı masalın onların ilgisini çekmesi onu keyiflendirmişti. Devam etti kaldığı yerden, başka bir söze hacet yoktu zaten…
-……..
Evet o isim ağzından çıkıvermişti. Bir an için kendisi de anlam verememişti. Ama zaten onunla ilgili yaptıklarına hayatının sonuna kadar bir anlam veremeyecekti. Eski sevgilisinin ismini ağzından telaffuz ettiğinde, direk olarak aklına, o andaki kız arkadaşına ne söylemesi gerektiği gibi bir bilmece geliverdi. Yine her zaman yaptığı şeyi yapmalıydı. “Umarsız açık sözlülük”; neye mal olursa olsun. Gerçi tüm bu girişimleri hep kayıplarla sonuçlanmıştı, ama bunlar gerçekten kayıp mıydı tartışılırdı.
Zorlu ve yıpratıcı olmuştu, açıklama periyodu. Yine bir fırtına çakan şimşekler, sinir krizleri… Ama sabrı ile sakinleşmesini sağlamıştı. Fakat biliyordu ki, bir süre yüzüne bile bakmayacaktı, eski kız arkadaşı, yeni arkadaşı…
Onu sonra düşünürüz dedi… Şimdi yeni ama eski sevgilisine konsantre olmalıydı.
Günler geçtikçe, eski havalarını yakalamışlardı, hatta şaşırtıcı gelişmeler oluyordu. Henüz 20’li yaşlara adım bile atmamışlardı, fakat bir gün araba ile yine her zamanki gibi dolaşırlarken; hatta genç adama hala o sahneyi dünmüş gibi hatırlardı, kız ona;
-“Artık ilişkimizi aileme açıklama zamanı geldi. Ve hayatımın kalanını seninle geçirip, seninle evlenmek istiyorum.” dedi…
Kulaklarına inanmak istemedi. Aslında algılaması zaten birkaç dakikasını almıştı ama gerçekte ne tepki vereceğini hiç bilmiyordu. Çünkü ilk defa böyle bir şey başına geliyordu. Ama bilemezdi işte hayatının bu sözle değişeceğini ve asla bir daha aynı şekilde mutlu olamayacağını…
O an içinde havai, fişekler patlıyor ve çok şaaşalı bir geçit töreni düzenleniyordu.
-Ben de… dedi.
Dememeliydi belki de… Belki ismini o seçim anında telaffuz bile etmemeliydi.
Günler günleri, aylar ayları kovaladıkça genç adam, kızın verdiği söz tutmasını bekledi. Gerçek anlamda kızın kendisini olması, onun da kıza kavuşması için…
Yine yaz ve yine aynı senaryo yaşanıyordu. Üstelik bu sefer genç kız da, tamı tamına bir sene sonra genç adam ile aynı üniversiteye girmeye hak kazanmıştı. İşler yolunda gidiyordu. Ya da gençliğinin verdiği saflıkla, o öyle olduğunu zannediyordu.
Yazın genç adamın ile sık görüşemiyorlardı yine klasik olarak… Yine ender buluşmaların birinde, bir terslik hisseti genç adam… Sordu neler olduğunu… Kız ısrarla hiçbir şey olmadığını söylese de, genç adam kadınları hiç zannetmedikleri kadar iyi tanıyordu.
Direk yüzüne söyleyemediğini, olmakta olanın, çok iyi biliyordu. Sustu… Akşamı beklemeye karar verdi… Telefonu kaldırdı, numarayı çevirdi. Ahizeyi kaldıran ses onun sesi idi. Ve sordu;
-Neyin var? Bana söylemelisin…
-Yok bir şey…
-Hayır var bir şey… Lütfen benimle paylaş böyle çok acı çekiyorum.
-Seninle bir gelecek göremiyorum, ve senden ayrılmak istiyorum.
Önce koca bir nefesi yuttu. Durdu… Akşına söyleyecek bir şey gelmiyordu. Genç adam, öğrenci olmanın yanı sıra, yaptığı işte çok başarılı ve geleceği çok parlak biri olarak görünüyordu. Onun için alanındaki en iyilerden biri deniliyordu o genç yaşında… Kıza her zaman çok iyi davranmıştı, kaprislerine ses çıkarmamış, gidip gelmelerine göz yummuş, sabredip onu beklemiş, ve aslında hiç de hak etmediği bir ilişki yaşamıştı, sınırlamalarla dolu… Bunu herhangi biri ile tüm bu saçma sınırlamalar olmadan yaşayabilir ve belki daha da çok mutlu olabilirdi. Ama tüm bunlara rağmen, O böyle düşünüyorsa, yapacak bir şey yok diye düşündü.
-Emin misin buna…?
Herhalde kimse böyle bir cümleye, böyle basit ve sakin bir soru cümlesi kuramazdı.
-Evet
-Peki o halde, sana ileriki hayatında mutluluklar dilerim. Arkadaşlığımız bozulmaz umarım bu yüzden, çünkü senden haber almak isterim ara sıra ve sesini duymak…
-Tabii ki…
-Kendine iyi bak o zaman
-Sen de…
Ahizeyi kapattığında ne kadar ağladığını bilmiyordu. Gözlerini tekrar açtığında, güneş yeni doğuyordu ama başkaları için… Onun ise hayatı bir kaosa sürüklenmeye başlamıştı çoktan… Bir ay içinde kariyerini kaybedecek ve asla hayal bile edemeyeceği kayıplarla yüz yüze gelecekti… Ve kız tüm bu sebep olduklarını çok ama çok sonra öğrenecekti. Ama çok ta umursamayacaktı bunları…
-Dede… Daha hüzünlü bir hikayen yok muydu, gecenin bu saatinde? Biz de olay bir yere bağlanacak ta, böyle güleceğiz, eğleneceğiz diye bekliyoruz. Bu masal, diğer masallara benzemiyor senin bize küçükken anlattığın… Hani prensli, prensesli, mutlu sonla biten masallara… Şimdi sana neden bunu seçtin demeyeceğim çünkü mutlaka vardır bir bildiğin de işte sen anladın beni…
Ak saçlı adam gülümsedi hafifçe…
Ateş’in oğlunun bu çıkışı ve monoloğu herkesi gerçekten şaşırtmıştı. Ama hiçbiri daha farklı bir fikre sahip değildi. Fakat bunu dile getirememişlerdi. Hani dedeleri beğenmediklerini sanmasın diye… Aslında çok beğenmişlerdi. Hatta geri kalanını dinlemek için sabırsızlanıyorlardı ama çok mutluluğa giden bir masal görüntüsü vermemişti şimdiye kadar…
Dede anlatmaya devam etmesi gerektiğini hissetti ve devam etti söze…
Sonun başlangıcı başlamıştı genç adam için ama kabus henüz bitmemişti, hatta daha yeni başlıyor bile denebilirdi. Günler geçtikçe sakinleşmeye çalışıyor ve yeni duruma ayak uydurmak için elinden geleni yapıyordu. “Ara sıra senden haber almak isterim” derken aslında sesini duymak istemesi ve bir ihtimal acaba fikri değişir mi ümidi ile söylenen üstü kapalı gizli bir eylem belirten cümleden başkası değildi. Bununla beraber bir iki telefon konuşması da yapmışlardı, asla herhangi bir konu açmıyor genel güncel şeylerden bahsetmeye gayret gösteriyordu genç adam… Aradan bir ay geçmişti. Yine böyle bir telefon görüşmesi amaçlı ahizeyi eline aldığında evde yalnızdı. Numarayı çevirdiğinde karşısına çıkan arkadaşı değil, annesiydi.
-Merhaba …… evde mi?
-Hayır dışarıda şu an…
-Geldiğimde aradığımı söyler misiniz, beni geri ararsa sevinirim.
-Söylerim ama arayamayabilir, biraz telaşlıyız da bugün…
-Her şey yolunda değil mi, herhangi bir sağlık problemi mi var?
-Yok yok bu tatlı bir telaş, ……’yı nişanlıyoruz da bugün…
Nişan al. Ateş….
İdam mangasına emri vermişti komutan, şimdi saniyeler içinde manganın 10 askeri, tüfeklerindeki tüm kurşunları karşılarında, dünyaya gözleri bağlı duran ve hiçbir şeyden haberi olmayan adamın üstüne boşaltacaklardı.
Adam önce bir sıcaklık hissetti, sonra uyuşukluk, sonra her şey durdu, bir an hafifledi. Şimdi vücuduna yukarıdan bakıyordu. Dünyaya da yukarıdan bakıyordu. Artık bu dünyaya ait değildi. Bu dünyaya ait olmayan varlıklar da kızgınlık, öfke, kıskançlık, mutluluk, üzüntü gibi hisler barınmazdı. Bunlardan da arınmıştı şu birkaç salise içinde… Hatta ölü olduğu için kanı da soğuktu ve tüm soğukkanlılığı ve dünya üstü varlığıyla ve O’nun sağladığı ses tonuyla;
-Tebrik ederim. Kendisine çok mutluluklar dilediğimi söylersiniz.
Bu sözleri nasıl bu kadar sakin söyleyebilmişti, Yıllarca hem o hem başkaları şaşacaktı buna ama olmuştu işte yapmıştı.
Kafasında bir sürür, “neden”, “nasıl” ve “niçin” soruları dolaşıyordu ama, “durun” dedi, tüm sorulara “durun”! Bu soruları tek başına cevaplamaya çalışmasına ve cevapları bulmasına imkan olmadığını biliyordu. Bu olay ona boyut değiştirtmişti.
-Sanırım bunu yaşama gerekiyordu. Ve yaşadım, bundan sonra yapılacak bir şey yok. Kaybettim. Tamamen…
Evet bundan seneler sonra kazanacak olsa da, aslında o anda kaybetmişti. Kız yaklaşık 2 ay içinde evlendi ve masal burada bitti.
Çok büyük sessizlik… Herkes adamın gözlerine bakıyordu. Gözlerindeki birikmiş yaşlar, buruşmuş göz kenarlarının oluşturduğu setler sayesinde göz pınarlarında tıkanıp kalıyor ve yanaklarından aşağıya doğru süzülemiyordu. Göz kapakları ve kenarları, gözünün alt kısımlarındaki ifade, sanki onun sevdiği kadın başkasıyla evlenmiş gibi acı ve geçmiş doluydu. Sağ elinin işaret ve başparmağı ile gözündeki yaşları basit bir hareketle aldı ve yok etti. Kimse soru sormaya ya da bir şey söylemeye cesaret edemiyordu. Bunu Ayşe bozdu, zaten bir tek o yapabilirdi.
-Herhalde devamı olacak değil mi baba bunun? Yani böyle bitmeyecek?
-Devamı var ama devamı bundan da hüzünlü hayatım… Unutmayın hiçbir masal bitmez canlarım, masalları yaşatanlar anlatanlardır. Ve herkesin anlatacağı bir masalı vardır. Bu malda bitmedi tabii ve bitmeyecek de… Eğer buraya kadarında sizi böyle sessizliğe ve üzüntüye gömecek kadara hüzünleniyorsanız, devamını hazmetmeniz imkansız… Onun için gidin ve dinlenin şimdi… Masal’ın devamını sizin hazır olduğunuza inanırsam anlatırım ve bir de ben kendimi hazır hissedersem. Yoksa, devamının hüznünü bunca yıl kimseyle paylaşmadan içimde taşıdım nasılsa, yine taşırım, sizi de buna sürüklemem, kaldı ki zaten şu an yeterince sürüklenmiş durumdasınız.
Bu net ve sınırları çizilmiş cevaba, kimse itiraz edemezdi, ya da Ayşe’nin zıpırlığı bile yetmezdi bu duvarı kaldırıp, masalın duvarın arkasındaki devamını göstertmeye… Herkes O’nun hazır olduğunda duvarı kaldırıp diğer tarafı da göstereceğini biliyorlardı. O zamana kadar herkesin sabretmesi gerekirdi.
Masalın kahramanları erememiş olsalar da muratlarına şimdilik, biz çıkalım kerevetimize … Ve kendimize şu soruyu soralım. Her masal böyle midir, yoksa masallar gerçek midir? Ya da gerçek aslında bir masaldan mı ibarettir?

Hiç yorum yok: