10 Temmuz 2010 Cumartesi

Kuzey'in Prensesi (tamamı)

Ülke dışına çıkmak en büyük tutkusuydu, küçüklüğünde her zaman buralardan bir gün çekip gideceğini, çünkü kendini asla buraya ait hissetmediğini söyler dururdu etrafındakilere… Hoş hala da aynı hissediyordu ama neyse konu bu değil şimdilik… Çok gençken eline birkaç fırsat geçmişti ama ailesine verdiği önem, onu her seferinde bu imkanları ertelemek ve hayalinden o an için vazgeçmek zorunda bırakmıştı.
Yine bir yolculuk için havaalanında beklerken uçağının kalkmasını, her zamanki gibi gideceği ülke ile ilgili hayaller kuruyordu. Karşısına ne çıkacağı, nasıl bir yaşamları olduğunun oradaki insanların ve acaba ruh ülkesinin orası mı olduğu gibi…
Aslında çok yakın bir zamanda üniversitedeki pazarlama derslerine giren çok saygı duyduğu öğretmeninin verdiği bir kitabı okumuştu gitmekte olduğu ülke hakkında… “Beyaz Zambaklar Ülkesinde”; Gregory Petrov’un bir kitabıydı. Çok ciddi anlamda etkilenmişti kitaptan… Okurken bayağı bir hayal etmişti anlatılan ülkeyi… Ve şimdi yolu o ülkeye doğru gidiyordu.
Anons yapılmıştı. “ TK 467 sefer sayılı uçak ile …’ya gidecek yolcuların son kontrollerini yaptırdıktan sonra uçağa teşrifleri rica olunur”
Ülkesinin yaz ikliminde yaşanan aşırı sıcaklardan nefret ederdi. “Ben kesinlikle bir Kuzey Avrupa ülkesinde doğmalıydım” cümlesini hiç kullanmadıysa en az yüz kez söylemişti yüksek sesle…
Son kontrollerini yaptırdı ve uçağın kapısından içeri girip yerini buldu ve oturdu. Bundan sonra film kopuyordu, çünkü yoğun iş temposu içindeki bu seyahatlerde en çok sevdiği şey uçakta uyumaktı. Bir nebze olsun dinlenebildiği yegane anlardı, onun için… Uzun bir yolculuk olacaktı ve saat farkı bulunmuyordu gideceği ülke ile… İndikten sonra da ortalama 1,5 saatlik bir yolculuk yapacaktı araba ile ve gideceği yere vardıktan sonra tek yapması gereken hemen uyumaktı. Çünkü sabah çok erken kalkacak ve bir spor ekipmanının hem teorik hem de pratik eğitimini alacaktı. Yani yorucu ve uzun üç gün onu bekliyordu.
Uçağın kalkmasıyla gözleri kapandı. Zamanın göreceli kavramı içinde, gözlerini açtığında uçak titreyerek ve yalpalanarak, tekerleklerini piste değdirmişti ve hızını yavaşlatarak, içindeki yolcuları son duraklarına doğru taşımaya devam ediyordu. İnilecek perona yanaştı ve durdu.
Klasik pasaport kontrolleri ve bagaj alımı sonrası, çıkış kapısından çıktıktan hemen sonra elinde isminin yazılı olduğu tabelayı taşıyan genç yaşlarda birini gördü. Yanına giderek kendini tanıttı ve otoparkta duran arabaya doğru yürümeye başladılar. Kapı açılıp dışarı adım attığında kendini cennette gibi hissetti. Gece saat 12.00 suları idi, hava karanlık ve ısı -12 derece civarıydı. Üstünde sadece bir kazak olduğu halde, soğuğu hissetmiyordu, hatta mutluydu durumdan… Derin derin soludu soğuk ve kuru havayı içine… Her yer bembeyazdı, gecenin karanlığında… İlk defa bu kadar temiz bir beyaz görüyordu.
Araba yavaş denmeyecek bir hızla yola çıktı, buz tutmuş yolların üstünde… Sohbet esnasında öğrendi ki, yolların buz olması çokta önemli değildi, çünkü hem özel lastikler kullanıyorlardı, hem de zaten alışıklardı bu tarz hava ve iklime ve bir de yolların bakımı çok düzenli yapılıyordu. Tüm bu güvenlik önlemlerini anlatan sohbet sonrası, gözlerini kapadı tekrar, uyumak ve vardıkları yerde uyanmak için…
Şoförün uyarısı ile gözlerini açtığında, birçok çam ağacının bulunduğu bembeyaz bir alanda uyandı. Birkaç bina gördü etrafta… Şoför ona otelini gösterdi. Bu kadar çam ağacı onu şaşırtmamıştı. Okuduğu kitaptan biliyordu, ülkenin yüzde doksanı ormanlık araziydi, ayrıca yüzde yetmişi ise göletlerle doluydu. Bir doğa harikası ile karşılaşacağını çok iyi biliyordu ama sabah göreceği manzaraya hazır değildi.
Gece çok sakin geçti. Otele yerleşme, bagajların açılıp dolaplara yerleştirilmesi ve uyku… Sorunsuz ve deliksiz bir uyku…
Sabah kalktı duşunu aldı ve spor kıyafetlerini giydi. Dışarı adımını attığında ilk görüşte aşk denen duyguyu hissetti. Müthiş bir çamlık alan, bembeyaz, tertemiz bir kar ve süper spor tesisleri… Bundan öte bir şey düşünemezdi zaten… Sanırım burası onun “wonderland” iydi… Fakat az sonra yaşayacağı olay, bu çevreye hissettiği ilk görüşte aşkı bir anda gölgede bırakacaktı.
Kahvaltı salonuna girdiğinde birkaç kişi dışında kimse yoktu pek fazla… Onlar da sanırım otelde kalan yaşlı çiftlerdi… Kahvaltısını çabuk bitirdi, bir an önce eğitimin yapıldığı alana gitmek istiyordu. Karşılaşacağı şeyi bilse, bunun bilinçli bir istek olduğunu bile söyleyebilirdi, ama olacakları tahmin etmesi, o an için imkansız idi.
Bayağı uzun bir arayıştan sonra; çünkü tesis inanılmaz büyük ve müthişti, doğa, spor alanları, binalar, bir spor adamının yaşayıp, çalışıp, ölüp, gömülmek isteyeceği türden bir yerdi, sonunda bir salonun resepsiyonundaki kız, ona gitmesi gereken toplantı salonunu tarif etti. Daha önce o odaya gitmişti ama kimse yoktu, buna rağmen kız ona daha şimdi oraya birini daha yolladığını söylüyordu. Yolda kimse ile karşılaşmamıştı ama kız kendinden o kadar emindi ki, peki dedi deneyelim bir kez daha bakalım.
Odaya doğru yürümeye başladı kapı açıktı uzaktan görebiliyordu. Yaklaştı kapıdan içeri girdi. Bundan sonrasını anlatmak gerçekten kolay olmayacak, çünkü aslında o anda ne hissettiği ile ilgili en ufak bir fikri yoktu. Sadece ilk defa bu tarz bir hisle tanışıyordu. Ama anlatmak gerekirse şu kelimeler ile denemeye çalışacağım. Dünya durmuştu, nefes almıyordu sanırım ya da umurunda değildi alıp almadığı, gözlerinin normalden fazla açıldığını hissedebiliyordu ve biraz da ağzının… Zaten tek hissedebildiği buydu. Vücudunun diğer yerleri uyuşmuştu. Beyni de dahil olmak üzere… Şu anda tek canlı organı kalbi idi. O da fazla canlıydı, çünkü yerinden çıkacak gibi atıyordu, kan dolaşımı normal hızının birkaç katına çıkmıştı. Robotlaşmış gibiydi vücut… Beyin emir vermiyordu. Ne yapması gerektiğini de bilmiyordu o an, kaskatı kesilmişti.
Karşısında duran varlık, tarif edilmesi çok zor bir güzelliği giyinmişti. Hayatında hiç böyle bir şey görmemişti. O an için bir şeyler yapması gerekiyordu, yoksa karşısındaki aptal olduğunu zannedecekti. Düşünsenize bir; ağzı açık, gözler kocaman olmuş ve öyle kala kalmış birini görseniz, sizin aklınızdan ne geçerdi? Toparlanması yine de birkaç saniye sürmüştü sanırım. Çünkü karşısındaki o güzel şeyin yüzünde tatlı bir gülümseme oluşmuştu bile… Yine istemsizce robotik bir hareketle, ona doğru yürüdü, beyin en sonunda ilkel komutları veriyor olsa da, işlemeye başlamıştı. Ama hareketleri homo sapiens’inkinden farksızdı. Elini uzattı; “My name is ……..”. Karşısındakinin yüzünde hala aynı tebessüm vardı, adını ona söylerken bile… Henüz yeni evrimleşmiş bir homo sapiens olarak daha fazla bir medeni harekette bulunamadı. Döndü kendine bir yer aradı. İstemlice, onu görebileceği bir yere oturdu. O an odada ikisinden başka hiç kimse yoktu, ya da ona öyle geliyordu. Narkozun etkisinden kurtulma evresinde olduğu gibi yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Ama gözleri hala ondaydı. “Hey kendine gel, medeni ol biraz” diye söyleniyor kendi kendine ve gözlerini ondan almaya çalışıyordu. Uyuşukluğun geçmesi ile odanın insanlarla dolmaya başladığını fark etti. Birleşmiş Milletler toplantısı gibiydi, çok değişik ülkelerden farklı deri renklerinde, farklı etnik kültürlerde insanlar vardı içeride şu anda… Ama o tek bir renk görüyordu; mavi… Ve o mavide dalıp dalıp gidiyordu. “Ya ne adamsın, bu kadar güzel bir insan, ne diye sana dönüp baksın ki, sen kimsin ki…” şeklinde kafa sesleri çoğalmaya başlamıştı; “bir kendine bak, bir de ona, deli misin sen?”
2 gün boyunca kafasında bu cümleler yankılandı durmadan…
Zaman zaman eğitimlerde yan yana geliyorlardı, işte o anlar mutluluk tavana vuruyordu. Zaman zaman ise başka gruplarda eğitime devam ediyorlardı. O zamanlarda da kaçamak bakışlarla, onu süzüyordu.
Bu şekilde devam eden 2 günün ardından, son gün gelip çattı. Öğlen eğitim bitiyordu. Dolayısıyla bu anlamsız, aptalca, platonik aşk da… Eğitimden sorumlu kişiye yaklaştı ve öğleden sonra başkente gidip, gezmek istediğini, sonra buraya dönüp, sabah buradan havaalanına gitmek istediğini söyledi. Eğitim görevlisi, otobüslerin grevde olduğunu ve gidip gelmesinin imkansız olduğunu, tek yapabileceğinin buradan başkente gitmesi ve geceyi orda geçirip havaalanına direk oradan gitmesi olduğunu söyledi kendisine... O an da “e iyi ama nasıl, otobüsler grevde?” diye düşünürken, eğitim görevlisi o ismi seslendi… O isim… 3 günden beri ezberlediği o isim…
Ona doğru yürüyordu, masalın prensesi… Geldi ve yanında durdu… İşte yine o aptal uyuşma…
Eğitim görevlisi, masalın prensesine, onu başkente götürüp götüremeyeceğini sordu öğleden sonra… Kalbi öyle hızlı atıyordu ki, taşikardi kaçınılmaz olacaktı az sonra… Derin derin nefes aldı. Gözlerini kapadı, o eşsiz güzellikteki dudakların vereceği yanıtı duymak için…
“Yes, I can… My pleasure…”
“If you can, it will be my pleasure” diye mırıldandı, ama Türkçe olarak… Ama ne bekliyordun ki, bu insanları tanımaya başladığından beri, buz ülkesinin sıcak kalpli insanları diyordu, misafirperverlikleri ve cana yakınlıkları gerçekten inanılmazdı. Medeni olarak ise hayal edebileceğinizden çok daha üst seviyedeydiler ve bizden belki bir 20 yıl ileride…
Sonuçta sen bir misafirin ve seni iyi ağırlamaya çalışıyorlar. Seni alacak, gideceğin yere bırakacak, ve bir daha da görmeyeceksin onu… Derin bir “of “ çekti, ama içinden… Prenses otelin resepsiyonuna kadar ona eşlik etti, ilk anki gibi nazik ve güler yüzlüydü. Otelin resepsiyonunda, oradaki o akşam için yapılmış rezervasyonu iptal ettiler. Sonra prenses o narin parmakları ile orada bulunan bir bilgisayarın klavyesini okşayarak, ona başkentte başka bir otelde oda ayırttı. O ise sadece prensesi seyrediyordu, işleri o kadar güzel hallediyordu ki, zaten ona düşen de seyretmekten başka bir şey olamazdı.
Ve sonunda araba yolculuğu başladı. İlk on beş dakikası tutuk geçen yolculukta, ki bu tutukluğun tek nedeni kendisiydi, ortam prensesin güzel sesi ile sohbete başlaması olmuştu. O kadar akıcı ve güzel bir İngilizcesi vardı ki ve o kadar net cümleler kuruyordu ki, sohbete dahil olmamak elde değildi. Katıldı ona ve kendini sohbetin akışına bıraktı. Yarım saat sonra araba içinde kahkahalar patlıyordu. “Sanırım ben rüya görüyorum” diye düşündü. Ama uyanmak istemezdi de kesinlikle… Bir saat sonra sohbet ve ikisinin arasındaki bağ iyice ısınmaya ve kuvvetlenmeye başlamıştı. Her şeyden konuşuyorlardı. Yalnızca kendisi bir konudan bahsetmekten itina ile kaçıyordu, neyse ki konu da henüz açılmamıştı.
Prenses, ona gün içinde oraya vardıktan sonra ne yapacağını sordu. Başkenti gezmek, sokaklarda yürümek ve o eşsiz tarihin, güzelliğin havasını solumak, tarihi yerleri gezmek, o güzel insanların arasında oturmak istiyordu. Tabii bunu çok daha basit bir şekilde dile getirdi. Akabinde gelen cümle gerçekten kalp krizi geçirtebilirdi ona bu genç yaşta…
“I can guide you all day if you want”!
Ne? Nasıl? Anlamadım tekrarlar mısın lütfen, kulaklarım bana bu oyunu oynamayın, hadi ama, beynim sen yapıyorsun bunu değil mi?
“Sorry what did you say?”
Prenses bu sefer daha açıklayıcı bir şekilde cevapladı
-“Bugün benim de işim yok, istersen sana eşlik edebilirim, ne de olsa gezerken nereye gideceğini sormak için birine ihtiyacın olacak. Ben sana etrafı gezdirebilirim. Ama önce eve uğramam gerekiyor, eşyaları bırakalım, sonra seni otele yerleştirelim, sonra da ineriz şehir merkezine”
Hayatında bu kadar kulağa tatlı gelen bir melodi duymamıştı. Pardon Sayın Mozart ve Sayın Beethoven, üzgünüm ama sanırım sizi bir daha dinleyemeyeceğim.
Yalnız bir dakika! Bir erkek arkadaşı olduğundan bahsetmişti. Ve sordu:
-Peki ya erkek arkadaşın?
Cevap kısaca; erkek arkadaşının İtalya’da olduğu bir süredir ayrı yaşadıkları ve görüşmedikleri, ilişkilerinin bitme noktasında olduğu idi.
Aklına gelen ilk cümle bir atasözü olmuştu, aslında biraz aşağılık bir durum olacaktı, bu atasözünü buraya yerleştirmek, ama ne yapsın, ilk o gelmişti aklına; Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz…
Araba prensesin evinin önünde durdu. Çok şirin bir mahalleydi. Başkentin banliyösü sayılırdı burası, dediğine göre prensesin… Eve beraber çıktılar, ev şirin küçük 1 oda ve 1 salondu. En belirgin özelliği ise, evin banyosunda neredeyse banyo kadar büyük bir sauna olmasıydı. Sonradan öğrendi ki, buradaki tüm evlere özgü bir özellikti, tabii neredeyse tüm evlere…
Kız üstünü değiştirdikten sonra aşağıya indiler, arabaya bindiler ve yeni rezervasyon yaptırdığı otele doğru yola çıktılar. Otele varışları kısa sürmüştü. Trafik diye bir sorun yoktu. Otel gerçekten büyük bir oteldi ve konforluydu. Odaya kadar eşlik etti prenses ona, eşyalarını taşımasına yardım ederken… Genç adam üstünü değiştirdi. Bakımını yaptı ve sonunda hazırdı. Önünde belki yedi ya da sekiz saat vardı ama ona bu yaşadıkları bir rüya ve kendisi de her an uyanacağı bir uykudaymış gibi geliyordu.
Arabayı şehir merkezine yakın bir yerdeki 5 yıldızlı otelin otoparkına bırakılar. Prenses bu otelin spor merkezinde çalışıyordu. Burayı kendisine göstermek istiyordu. Zaten o da bunu her gittiği şehirde yapardı. Mutlaka işi ile lakalı yerleri gezerdi. “Memnuniyetle” dedi. Tesisi gördükten sonra oradan çıktılar ve otelin önündeki ana caddenin üzerindeki tramvay durağına yürüdüler.
Ana cadde şehrin ortasından geçen bir nehrin kenarındaydı. Nehrin tamamı neredeyse buz tutmuştu. Isı hala -12 derecelerdeydi, ama o hala üşümüyordu, hatta heyecanını halen yenememiş olmasından dolayı neredeyse bu soğukta terleyecekti. Tramvay geldi. Nostaljinin içinde, beyaz ve yeşilin hakim olduğu caddelerden geçerek, devam ettiler yollarına… Tramvay durup kalktıkça, ayakta duran prensesle, fren ve hızlanmanın etkisiyle birbirlerine bir yakınlaşıp, bir uzaklaşıyorlardı. Bir ara prenses ani hızlanmadan düşecek gibi olunca, ona elini uzattı, ve prensesin eli sıkıca yakaladı uzanan eli… Sanırım ikisinin de ellerinin birbirinden ayrılması beş veya altı saniye sürdü ama ona sonsuzluk gibi gelmişti. Ama tabii ki bunun bir anlamı yoktu. Var mıydı yoksa? Saçmalama lütfen! Tabii ki yoktu!
İlk olarak sokaklarda uzun uzun yürüdüler. Prenses anlatıyordu, o dinliyordu. Ama neyi? Kesinlikle anlatılanları değil… Sadece onun sesini … Birkaç alışveriş merkezine girip çıktılar. Hava kararmıyordu, ülkenin bulunduğu konumdan dolayı… Artık yavaş yavaş karınları acıkmaya başlamıştı. Sordu nazikçe
-“Bir şeyler yiyelim mi?”
-“Tabii ki, ne yemek istersin”
-“Bilmem, ama yöresel yeterince yedik, Amerikan mutfağı iyi olur sanırım.”
Prenses kibarca başını salladı ve gülümsemesini hala koruyordu. Böyle gülümseyebilen insanlara karşı hep derin bir saygı ve sevgi duyuyordu. Kolay değildi çünkü bunu yapabilmek, güçlü bir karakter gerektirirdi.
Hoş dekore edilmiş, Amerikan mutfağından ürünler sunan bir restorana girdiler. Sokağa yakın oturmak istedi, çünkü hala bu güzel şehri seyretmek istiyordu vakti kısa olsa da… Küçük yuvarlak bir masada karşılıklı oturttu garson onları… Menüleri geldi, sipariş verildi, garson gitti. Ve yine arabadaki o tatlı ve kahkahalı sohbet sahne aldı masada… Elleri ile bir şeyler anlatmayı severdi, İtalyanlar gibi, yine anlatmakta olduğu ki ne anlattığını hatırlamıyordu şu anda, konuyu pekiştirmek için ellerini kullanırken, masanın küçüklüğünden, ellerini önde, masanın ortasında kavuşturmuş prensesin ellerine yaklaştıkça, titriyordu elleri istemsiz, heyecandan… Ama her yaklaşmasında ellerini onun ellerine, her seferinde, geri çekmeye çalışıyordu ama beceremiyordu. İmdadına yemekler yetişti, çatal ve bıçak artık oyalayabilirdi ellerini…
Lezzetli yemeğin ardından tekrar düştüler başkentin soğuk ama bir o kadar güzel caddelerine… Bir kahve iyi olabilirdi. Seçtikleri kafe sahibi Türk çıkınca sohbet ayrı bir keyiflendi. Ama saat giderek geç oluyordu. Ve misafir olarak kendisinin, teklif etmesi gerekiyordu kalkıp dönmeyi… Evli evine, köylü köyüne misali… Yine aynı tramvay yolculuğu ve arabanın otoparktan alınışı sonrası otelin önüne vardıklarında, otel otoparkında belki yüzlerce arabanın durduğunu gördü. Birkaç saat öncesine kadar çok sakin olan meydan şimdi iğne atsan yere düşmez şeklinde çeşit çeşit araba ile doluydu.
-“Ne var burada bu akşam”
Prenses kafasını kaldırdı ve otelin ön cephesinde asılı olan devasa brandaya baktı.
“ Ülkenin en ünlü country gruplarından birinin konseri…”dedi.
Konser, country müzik… İlginç olabilir.
-“Süper benim de uykum yok zaten, sabah çok erken kalkmam lazım uçağım 06.00’da uyumaya değmez. Ben de vakit geçiririm müzik dinleyerek…”
Bir anda ağzından bir soru daha çıktı, tamamen düşüncesiz ve refleks bir soruydu.
-“Beraber dinler miyiz, gelir misin, tabii senin için bir sakıncası yoksa?”
Prensesin her bir cevabı genç yaşta ölümle sonuçlandırabilecek şok kelimeler içeriyordu. Daha ne kadar kaldırabilirdi bunu bilemiyordu.
-“Seve seve”
Amaçsız bir soruydu aslında, kibarlık yapmak için sormuştu. Alacağı cevabın hiç bu olacağını tahmin edemezdi, bin defa düşünerek bile sorsa… Bir yerde, prensesin kibar olmaktan vazgeçip, o koca “No” cevabını yapıştıracağını tahmin ediyordu suratına…
Ama olmamıştı işte… Devamlı pozitif cevaplar alıyordu. Kibarlık işte, elinden geldiğince iyi ağırlamaya çalışıyor beni diye düşündü safça…
Montlarını ve diğer eşyalarını odaya bıraktılar ve otelin kocaman konser alanı ile birleşmiş barına indiler. İçkileri ellerinde kalabalığın içinde kendilerine hem müziği duyabilecekleri, hem de birbirlerini duyabilecekleri bir alan bulup, kulaklarında hoş ve ritimli bir müzik ellerinde bittikçe tazelenen içkileri ile sohbete başladılar.
İkisi de müthiş keyif alıyorlardı bulundukları andan, kendisi için zaten bu çok belliydi ama, karşısındakinde de bunu gördükçe keyfi daha da artıyordu.
Bilmem kaçıncı şarap kadehinden sonra, klasik dürüstlük karakteri hortlamıştı içinde yine… Anlatmak istedi, ilk günden itibaren hissettiği ve yaşadığı her şeyi onun ile ilgili… Bunu anlatırken de eğleneceklerini biliyordu. Nereden mi? Hissediyordu işte… Bu hisleri hep onu doğru şeylere yönlendirmişti. Zarar da görüyordu ama küçük oluyordu bu zararlar… Atlatılıyordu bir şekilde…
Ve başladı anlatmaya… Nereden bilecekti ki, hayatında bir şeyi, ilk defa çok önemli bir şeyin en ufak kırıntısını bile hissedemediğini…
Ve ilk görüşte yaşadığı duygulardan başlayıp, eğitimlerdeki heyecanı, akşam, öğle yemeklerinde ve molalardaki ona yakın olma isteği, neler hissettiği, başkentte gezerken ki, heyecanı, ellerinin hikayesini teker teker anlattı ona… Kız sadece dinliyordu yüzünde çok tatlı bir gülümseme ile… Ve o gülümseme, sözünü bitirene kadar kaybolmadı dudaklarından… “Ne kadar medeni bir insan…” diye geçirdi içinden…
Sözüne noktayı koyduğunda, kız ellerini yavaşça, onun ellerine doğru uzattı, ellerini iki elinin arasına aldı, sıkıca kavradı ve;
“İşte şimdi ikimizin de istediği ve beklediği oldu” dedi.
“İkimizin mi?” sorusunu sorduğunda, kendi kendine söylediği “hayatta hiçbir şey beni şaşırtamaz” cümlesini asla bir daha söyleyemeyeceği aklına geldi. Emindi ki, şu anda yüzünde koca bir ünlem işareti vardı ve bu işaret yanıp yanıp sönüyordu.
“Evet dedi, ikimizin şapşal…” Ve yüzünde koca bir gülümseme vardı kızın… Hala bir anlam veremiyordu, üstelik bir de “şapşal” kelimesini yemişti. Ve başladı konuşmaya, o hiç bitmesini istemeyeceği monoloğuna kız…
“ Bütün günü seninle ne için geçirdim zannediyorsun? Seni ilk gördüğümde, ben de aynı şeyleri hissetmedim mi zannediyorsun? O kapıdan ilk girdiğimde, bana bakan gözlerini gördüğümde, mahvolmadım mı sence? Eğitimlerde gözlerim sana kilitli, vücudum sana eksenliydi… Her boşlukta, her yemekte, her yanında olduğum anda, sana doğru ister istemez çekiliyordum. Seni niye bırakmak istedim, niye bu ana kadar yanındaydım ve neden şu anda ellerini tutuyorum sence? Şehirde dolaşırken, tramvayda elimden beni yakaladığında o an hiç bitmesin istedim. Elimde bir kumanda olsa zamanı durdurabileceğim o an için “dondurma “ tuşuna hiç tereddütsüz basardım. Restoranda yemek yerken, ellerimi ellerinle kavraman için ne kadar çok dua ettim, bilsen… Aşağıda barda içkilerimizi içerken, dudaklarımı, dudaklarına mühürlememek için kendimi nasıl zor tuttum anlatamam. Ve şimdi, ellerin ellerimde, gözlerine bu kadar yakından bakabileceğimi asla tahmin edemezdim. Ve şimdi sana sarılmak istiyorum, öyle sıkı sarılmalıyım ki, beni bırakıp gitsen de sabah, hep içimde kalmalı o sarılma anındaki sıcaklığın… Ama sana bir şey itiraf etmeliyim ki, senin de bu şekilde düşündüğünü hiç fark etmemiştim”
Tüm bunları dinlerken hem kendini kaybediyor, hem de aklına bir sürü soru geliyordu. “Neden ben bunu fark edemedim”, “Neden bunu göremedim”,vs….
Her ikisi de o kadar çok kendi duygularının yoğunluğuna dalmışlardı ki, karşıdan gelen sinyal ve mesajları süzmekte yetersiz kalmışlardı.
Ama artık fark etmez. Şu anda her ikisi için çok farklı bir boyuta gelmişti olaylar... Artık her ikisi de aynı anda, aynı şeyleri hissettiklerini ve birbirlerine karşı yoğun hisler beslediklerini biliyorlardı.
Kız ona doğru uzandı, dudaklarına küçük ve sevgi dolu bir öpücük kondurdu; “Bu bizim peri masalımız olsun, tamam mı?” Gözlerini kapadı ve başını salladı, mutluluktan her ikisinin de gözlerinden bir damla yaş gelmişti. Aynı anda birbirlerinin gözyaşlarını sildiler. Prensesin, yanağını avucunun içine aldı, dudaklarını dudaklarına doğru götürdü ve gözlerini kapadı.
Bir sesle irkildi ve gözlerini açtı; “ Uçağımız Atatürk havalimanına doğru alçalmaya başlamış bulunmaktadır, lütfen koltuklarınızı…” Sağına ve soluna baktı, koltuklar boştu, birkaç saniye anlamsızca durdu, boşluğa bakıyor gibiydi. Elindeki kitaba baktı, kitabın kapağını kapadı.
“Kuzeyin Prensesi”
Yazar: Cem Üner

Hiç yorum yok: