18 Ağustos 2010 Çarşamba

Napolyon ile aynı adada... (hikayenin tamamı)

Onunla aynı adaya düştüğümüzde, yıl 1814 idi. Düşman ordularının Paris kapılarına dayanmasının ardından, Napolyon imparatorluk tahtını bırakmak zorunda kalmıştı ve Elba Adasına sürgüne gönderilmişti. Benim orada olma sebebim ise çok farklıydı. Kendi sürgünümü yaşıyordum. Batı Akdeniz'de Korsika'nın doğusunda kalan İtalyan adasını seçme sebebim, adada özellikle demir cevheri ve mermer olmak üzere bazı madenler işletilmesiydi. Ve yaşadığım acıyı unutmak için bu madenlerde fizik gücümü kullanarak kendimi tüketip, bitkin bir şekilde beynime hiçbir düşünme imkanı tanımadan, o hasır yatağa girip sabah kadar uyumak ve ertesi gün tekrardan bu işkenceyi kendime uygulayarak, onu unutana kadar bu döngüyü devam ettirmekti. Ta ki Napolyon gelene kadar...
Boş günlerimde ise balıkçılığın gelişmiş olduğu, bu kıyıları çok girintili çıkıntılı adanın doğusunda kalan kıyıda, kendime yaptığım olta ile balık tutmak en büyük keyfimdi. Böyle zamanlarda da denizin uçsuz bucaksız maviliğine dalarak, kendimi bile unuturdum. Kendime geldiğim yegane anlar, çok ender de olsa oltama vuran bir balığın oltamı titretmesindendi.
Napolyon ile yine böyle balık tutmaya ayırdığı boş günlerimden birinde tanıştık. Zaman zaman İngiliz'ler ona adada gezinme izni veriyorlardı. Tabii ki yanında birkaç İngiliz askeri ile... Fakat Napolyon'un halk ile sohbet etmesine karışmıyorlardı. Hatta halk onu görmekten büyük keyif alıyor ve onur duyuyordu. İngiliz askerleri yine de onun yakınında kalıp, herhangi bir suikast ihtimaline karşı kendisini koruyorlardı. Bir kaç kez adanın merkezinde uzaktan da olsa görmüştüm onu, ama hiç yaklaşıp sohbet etme şansım olmamıştı.
Ayak sesleri duyduğumda dalıp gittiğim maviden irkilerek uyandım ve arkama baktığımda, İngiliz askerlerinin eşlik ettiği büyük kumandan Napolyon'un benim bulunduğum yere doğru geldiğini gördüm. Normalde ayağa kalkıp, saygımı sunmam gerekiyordu, ama o an oturduğum yere öyle yapışıp kaldım ki, kımıldayamadım bile... Giderek yaklaştı bana doğru... Birkaç saniye içinde yanımda bitivermişti. İngilizler de hemen arkamda tetikte... Yine bir hamle ile ayağa kalkmaya çalıştım, o eliyle dur işareti yaptı, lacivert frağını arkasında toplayarak diğer eli ile yanıma kayanın üstüne oturdu. Ben heyecan ve şaşkınlıktan tutulmuş bir vaziyetteydim, ağzımdan çıkarmaya çalıştığım tek kelime "bonjour" (günaydın) kelimesini kaç defa ağzımın içinde, dilimin etrafında döndürdüm bilemiyorum fakat çıkmadığını çok iyi hatırlıyorum.
- Bonjour Monsieur (günaydın beyefendi)
Kekeleyerek merhaba demeye çalışsam, bundan daha iyisini başaramazdım tahminen cevap vermeye çabalarken... Kafasını denize doğru çevirdi. Elini oltama uzattı. Bıraktım, almasına izin verdim. Ustalıkla kullanıyordu elindeki oltayı, "eh..." dedim kendi kendime; "kılıcı bu kadar ustalıkla kullanan bir imparatorun, basit bir oltayı kullanamayacağını mı düşünüyordun". Tüm dikkati denizin ufuk noktasında toplanmış gözlerine baktım. Bir an kendi bakışlarımı hissettim. İmparator, Napolyon Bonaparte, benim baktığım aynı noktaya benim baktığım gibi ve çok büyük ihtimalle, benim baktığım nedenle bakıyordu.
- "Monsieur" dedi. "Ordularınla bütün Avrupa'ya boyun eğdiren bir imparator olarak, bir kadının ufacık kalbine hükmedememek nedir bilir misin?".
Bu tarz cümleler benim alanıma girerdi; " Ordularla Avrupa'ya boyun eğdirmeyi bilemem ama bir kadının kalbine ufacık denmemesi gerektiğini çok iyi bilirim efendim."
İlk defa kafasını bana doğru çevirdi ve gözlerimin içine baktı. Saygılı, şaşkın ve ilgili bir bakıştı.
Yeniden gözlerini ve bakışlarını ufka doğru çevirdi.
- Benim Jozefin'im için geçerli değil bu...
Çektiği acı ve sıkıntıyı yüzünde görebiliyordum net olarak... Ama gözleri, gözleri farklı söylüyordu. Gözleri farklı bir dille konuşuyorlardı. Umut, çaresizlik, üzüntü ve sevgi iç içe geçmiş şekildeydi bakışlarında...
- Monsieur, kabalık olarak adledmezseniz eğer; bakışlarınızı görüyorum ve nedense bana bir tür hüzün veriyor. Sanki anlatacak bir hikayesi var gözlerinizin...
Daha da hüzünlendi gözleri, hafif doldular hatta... Göz kapaklarını kapattı yavaşça, biriken yaşları hapsetti içine... Bir imparator basit bir vatandaşın yanında ağlayamazdı. Bana doğru döndü ve;
"Peki, senin bir hikayen yok mu?" Dedi...
Napolyon bana hikayemi sormuştu. Şimdiye kadar kimseye anlatmadığım hikayem, imparator tarafından bilinmek istiyordu. Yok desem, inanır mıydı acaba? Ya da var desem ve anlatsam bir şey ifade eder miydi kendisine? Ne de olsa dillere destan olan bir aşkın iki kahramanından biriydi, imparator sıfatıyla yanımda oturan Napolyon... Jozefin'in aşkı, kocası, sevgilisi, tutkunu bu adam, böyle büyük bir hikayenin kahramanı, benim hikayemi öğrenmek istiyordu.
- Ben sevdiğimin kalbini kırmamak için, burada taş ocaklarında taş kırıyorum. Kalbimi de katarak kırdığım taşların içine ve tüm gücümle vuruyorum, elimdeki kazmanın en keskin tarafı ile...
- Peki, işe yarıyor mu? Yani tavsiye eder misin?
- Keskin rüzgarın tüm vücudunuzu döverken, aynı zamanda güneşin size sıcak ile işkence etmesini engelleyemezken, taşların üstüne kazmanızı her indirdiğinizde, yüzünüze ve vücudunuza sıçrayan taş parçalarının verdiği acı, size diğer tüm acıları unutturabiliyor efendim.
- Yani acıyı, acı ile mi iyileştirmeye çalışıyorsun? Anladım. Aslında çok yabancı değil. Savaşlar esnasında, sevdiğim kadına yazdığım mektuplara cevap alamadığım her günün ertesi, ordumun en başında, tüm kılıç darbelerine göğüs gererek savaştım. Vücuduma değen her bir kılıç darbesi, beni ölüme bir adım daha yaklaştırıyordu. Çektiğim acıyı sanki ölümle veya yaralanarak çekeceğim acı ile dindirebileceğimi zannediyordum.
- Peki, becerebildiniz mi efendim?
- Bak bana, gözlerime bak. Gözlerimde görmüş olduğun şey, sence dinmiş bir acı mı, unutulmuş bir aşk mı?
- Hayır efendim sanmam.
Yeniden başını denize doğru döndürdü. Bakışlar yine boşlaştı.
- Anlatmaya devam et genç arkadaşım... Neden bu acıyı kendine yaşatıyorsun? Kim bu genç bayan ve ne yaptı sana?
Gerçekten duymak istiyor muydu bunu acaba? Neden benim hikayem ile bu kadar ilgileniyordu ki?
- Dinliyorum genç dostum, bu yaşımda, bu acı ve üzüntüyle her dakikamız değerli... Bundan birkaç saat sonra ne olacağımızı bilemem. Bu şerefsiz İngiliz'ler her an boynuma yağlı ipliği geçirebilir veya bir İngiliz celladı çok büyük keyifle kellemi uçurabilir. O yüzden anlat dostum, anlat ve benim kalbimdeki acıyı hafiflet.
- Benim anlatacaklarım hafifletebilecek mi sizce efendim acınızı?
- Bu dünyada benim çektiğim acının bir benzerini çeken birinin daha olduğunu bilmek ve çekilen acıyı paylaşmak, her zaman hafifletir dostum, her zaman...
Bir an düşündüm, nasıl hafifletebilir benim yaşadığım acı, onun acısını ki? Peki, anlatmamam ne kazandırırdı bana veya ona? Anlatarak hafifleyebilirdi belki benim acımda...
- Herkese her şeyin anlatılmayacağını öğrenmiştim son maceramda... Monsieur, belki de her şeyi anlatacağım son "herkes" olacaksınız. Ne de olsa, son sevgimi ve aşkımı, çok fazla şey anlatmaktan kaybetmiştim. Bana; "Seni bu yüzden seviyorum ama..." demişti son konuşmamızda... Ben de; "Bu yüzden seviyorsun ama anlattıklarım yüzünden de, zarar verdin ilişkimize... Anlatmamak en iyisi olurmuş demek ki..." demiştim. "Anlatmasaydın, seni sen olduğun için sevemezdim ki... Yalan bir sen olurdun." dediğinde, onun bende neyi sevdiğini anlamadığını, anlamıştım. O beni sevmiyordu, çünkü gerçek ben o hikayeleri yaşayan ve karşısında duran bendim. Onun sevdiği hikayelerdeki karakterdi.
- Nasıl bir karakter senin hikayelerindeki peki?
- Benim hikayelerimdeki karakter hep aynı; açık, her şeyi konuşabilen, sonsuz dost, sevgiyi arayan ama basit "aşk" kavramlarına karşı ve aşkı yaşadığı zaman gerçekten unutmayıp, kalbinin son vuruşuna kadar aşkını veya aşklarını orada sevgi ve saygı ile taşıyan bir karakter...
- Sevdim bu karakteri...
- Merci monsieur, sevilen bir karakterdir genelde zaten... Sevmeyen, elde edemediği için sevmez bazı huyları onda... Seven ise her şeyi ile sever. İşte bu yüzden onun beni değil de, hikayedeki karakteri sevdiğini düşünüyorum. Çünkü karakter benim, ben o karakterim. Ben gerçeğim, o ise hikayelerde... Hikayelerdeki her zaman tatlı gelir, ama gerçek zordur monsieur, gerçek kolay değildir.
- Peki neydi zor olan gerçekte tam olarak, tüm bu eski sevgililerin hala hayatında olması mı hikayedeki karakterin? Dost olarak silemiyor değil mi onları?
- Silemiyor ve silmemesi de gerekiyor. Onları silmesi yaşananlara ve arkadaşlığa saygısızlık olmaz mı sizce efendim? Siz ikinci eşinizle evlendiğinizde, eski eşiniz Madame Jozefin'e her şeyi vermediniz mi, ihtiyacı olduğunda? Onu silip attınız mı hayatınızdan, doğru olur muydu bu?
- Genç dostum sana bir şeyler vermiş olan kişileri ki, en kötü ihtimalle sana zamanlarını vermişlerdir, asla silmemelisin hayatından... Ve Jozefin bana o kadar çok şey verdi ki, onu silmek demek, hayatımı silmek, kendimi silmek demek olurdu.
- Size katılıyorum efendim... Geçmişinizi silmeniz, kendinizi silmek ve kendinizi unutmak ile aynı şeydir. Tabii ki geçmişi geleceğe taşımak ta iyi değildir. Ama geçmişteki kişilere gerekli saygıyı ve sevgiyi göstermek gereklidir. Geçmişine saygı duymayan bir insan gelecekten nasıl saygı bekler ki... Ve eğer sizin geçmişiniz, karşınızdaki kişinin geçmişinden daha uzun ve kalabalık ise, bu saygı görmemeniz anlamına gelmez. Yaşanan her şey kutsaldır bu hayatta, ne de olsa Tanrı'nın yarattığı bir hayat döngüsünde Tanrısal seçimlerimizle yaşıyoruz. Yaşananlara yapılan saygısızlık Tanrı'ya da yapılmış olur.
Durdum. Beni anlayabiliyor mu acaba diye merak ediyordum.
- Neden durdun genç dostum, bir şey mi oldu?
- Hayır efendim, sadece ne kadar ileri gittim veya kendimi size ifade edebiliyor muyum diye merak ettim.
- Genç dostum, kendini bu kadar açık ve net ifade edebilen birisini daha tanımadım sana kesin olarak söyleyebilirim. Ve anlattıklarınla, kendini dinlettiriyorsun.
- O da böyle söylerdi.
- Dinlemeyi seviyordu seni değil mi?
- Sanırım evet...
Seviyordu dinlemeyi biliyorum. Ona hep şöyle derdim; " Hikayelerim bittiğinde, sen de çekip gideceksin gibi geliyor bana..."
- Seviyordu ama hikayelerim bittiğinde, biz de bittik. Çünkü hikayelerdeki karakteri, gerçekte karşısında bulmuştu. Ve korktu sanırım efendim...
- Neden korktu? Bunca hikayeyi geçmişinde taşımasından mı? Peki, hissetmedi mi ne kadar özel olabileceğini ya da hissettiremedin mi?
- Yapabildiğimi sanıyordum efendim... Ama sanırım olmamış. Anımızı ve geleceği yaşamak yerine geçmişle yaşamayı tercih etti. Sanırım andaki ben, geçmişteki ben kadar kuvvetli olamadı üstünde...
- Bu kötü... Peki, geçmiş sana bir hata yaptırdı mı onunlayken?
- Asla efendim... Hiçbir hataya yer vermedi o andaki ben... Vermemeliydi zaten, hep şunu söylerim "hak etmek için, hak edecek şekilde yaşamak gereklidir".
- Bunu sevdim genç dostum... Bazı cümlelerin filozof gibi, bazıları ise Shakespeare usta ile aynı kıvamda... Tam olarak felsefi bir aşık olarak tanımlayabilirim seni sanırım.
Napolyon sözünü bitirdiğinde, İngiliz askerler yanımıza geldiler.
- Majeste artık dönmemiz gerekiyor.
- Tabii ki...
Bana baktı ve elini uzattı.
- Enchanté monsieur... Sizi yeniden görmek ve sohbetinizi dinlemek isterim.
Ayağa kalktım, elimi uzattım ve tokalaştık.
- Tabii ki efendim ben de onur duydum sizinle tanışmaktan ve elbette ki sizinle tekrar sohbet etmeyi ben de isterim. Haftaya bu saatlerde ben yine burada olacağım.
- Yani sizin sohbetinizi dinlemek için bir hafta beklemek zorunda kalacağım öyle mi? Genç dostum, ben giderek gençleşmiyorum, söylemiştim size... Sizi çalıştığınız madende ziyaret edeceğim, oradaki çalışmalarınızı da merak ediyorum. Hem bakarsınız bana da deneyiminizi yaşamak için bir fırsat verirsiniz. Bu İngilizlerin beni o halde görmekten büyük keyif alacağını sanıyorum.
Gülümsedi... Ben de aynı şekilde gülümsedim kendisine...
- Bu tavsiyeme kulak verin genç dostum, siz de vakit kaybetmeyin hiçbir şeyde...
- Etmedim efendim, etmedim zaten...
- O zaman neden buradasınız?
- İkinci ziyaretinizde sohbetimi daha keyifle dinleyecekmişsiniz gibi bir his var içimde efendim.
Yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Benim ne demek istediğimi anlamıştı.
- Au revoir monsieur, a bientot... Sabırsızlıkla bekliyor olacağım.
- Au revoir monsieur... Ben de....
Ertesi gün, madenlerdeki acı çekme seanslarıma sabahın erken saatlerinde başlamıştım. Güneş tepeye çıktığında benim çektiğim acı da en tepe noktasına ulaşacaktı. Üstümdeki gömlek, toz ve terden renk değiştirmişti... Bedenim gitgide yaptığı hareketleri otomatikleştirmeye, kollarım ve bacaklarım hissizleşmeye başlamıştı her zamanki gibi… Birden gölgesini gördüm, yanlara doğru geniş olan, ona özgü şapkanın gölgesi, elimdeki kazmamı indirmeye çalıştığım kayanın üzerinde belirivermişti. Kazmamı onun gölgesinin üstüne bile olsa indiremezdim. Durdum, alnımda biriken terleri gömleğimin kol kısmıyla sildim. Sesi her zamanki gibi emperyaldi.
- Bonjour monsieur, ça va?
- Bonjour monsieur, tres bien et vous?
- Merci. Sizi uzaktan seyrediyordum. Kayalara, elinizdeki kazmayı indirirken yüzünüzde oluşan ifade çok ilginç… Dün anlattıklarınızdan sonra, intikam ifadesi beklerken ben yüzünüzde, tek gördüğüm ifadesiz, natürel ve yaptığı işi dikkatli yapmakta olan birinin yüz ifadesiydi. Hatta kendinizden intikam alıyormuşsunuz gibi bile algılanabiliyor bu ifade.
- Bir nevi öyle efendim… Tek yapmakta olduğum kendime indirmek aslında bu kazmayı… Kendi nefsime, düşüncelerime, kalbime sallıyorum bu keskin aleti her seferinde…
- Neden peki kendinizi mi suçluyorsunuz olanlardan?
- Hayır monsieur… Pardon izninizle…
Tepeye doğru döndüm ve orada duran şantiye şefine seslendim, mola vermeliydim, bu sohbeti devam ettirebilmek için.
- Monsieur Le Maitre, mola verebilir miyim?
Şantiye şefi bana baktığında yanımda duran ekselanslarını gördüğünde, beyninden vurulmuş gibi bir ifade belirdi yüzünde… Bu ifadeyi metrelerce öteden bile görebilirdiniz. Şaşkınlık, şok ve bir reverans ile bana izin verdiğini belirten hareket birbirine girmişti. Sanki izni benim gibi bir işçi değil de, yanımda duran imparator istemişti. Elimdeki aleti oraya bıraktım, kenarda duran kovaya, hemen yanında duran kepçeyi daldırdım ve alabildiği kadar su ile doldurup, dudaklarımdan aşağıya boşalttım güneşin altında artık ısınmış suyu…
- Buyurun monsieur, sizi biz işçilerin dinlenmek için kullandığımız, konforlu alanımıza götüreyim.
Bu cümlenin üstüne en fazla 10 adım atmışızdır. Durdum ve elimle orada üstü düzleştirilmiş bir kayayı göstererek;
- Buyurun, dedim…
Napolyon’un yüzünde “bunu bekliyordum”, şeklinde bir ifade vardı. Yine frağının arkasını sol eli ile topladı ve kayanın üstüne yavaşça oturdu. Halinden hiç rahatsız olmamış gibi bir görüntüsü vardı. Elba adasındaki hayatı, sanırım onun birçok lüksünden vazgeçerek, işçi sınıfının yaşadığı tarzda bir hayat sürmeye alışmasına neden olmuştu. Tek vazgeçmediği, imparatorluk kıyafetleriydi.
- Bu sıcaklarda, üstünüzdeki kıyafetlerle zor olmuyor mu efendim?
- Sevgili dostum, bir kez imparator oldun mu, hep imparator gibi davranmak ve imparator gibi giyinmek gereklidir. Bunu sana şöyle açıklayayım; bir kez sevdin mi, hep sevmek zorunda olduğun ve buna uygun davranmak zorunda kalman gibi… Bazen bu sevgi seni zorlar, zor durumlarda bırakabilir, ama sen üstüne edinmiş olduğun sevme görevini ve giymiş olduğun bu sevgi kıyafetini asla bırakamazsın. Bir kez bıraktın mı, bir daha ya sevemezsin ya da sevilmezsin. İmparatorluk ta böyle bir şey; bir kez bıraktın mı olmayı, bir daha ya olamazsın ya da oldurmazlar. Anlatabilmişimdir umarım.
- Çok iyi anladım efendim, hem de çok iyi…
- Güzel… O zaman seni dinlemeye devam etmek isterim bugün, dün kaldığımız yerden… Andaki senden bahsediyordun, geçmişteki sen kadar kuvvetli olmadığından…
- Evet monsieur… Zaman sizi olgunlaştırırken, aynı zamanda sizden özellikle aşk konusundaki çocuk oyunlarına karşı sabrı ve tahammülü ortadan kaldırır giderek… Dolayısıyla geçmişteki ve hikayelerdeki ben bu anlamda çok daha iyi bir sevgili, bugünkü bene göre… Erken yaşlarda aranan heyecanlar, katlanılabilen durumlar, heyecan yaratan şeyler gitgide, çocuksulaşmaya, yerini çok daha farklı heyecanlara bırakıyor genelde aşkta ve sevgide…
- Haklısın sevgili dostum, hem de çok haklısın.
- Bir de buna yılların yorgunluğunu, geçmişin az da olsa yıpranmışlığını eklediğinizde, en ufak bir olay, cümle hatta bir kelime bile olayı kopma noktasına getirebiliyor. Bir yandan hayata karşı sabrımla övünen ben, artık aşk ve sevgide zorla karşılaşmaya, aşkın ve sevginin haricinde bir ilişkide olabilecek problemlerle uğraşmaya karşı sabırlı olamadığımı görmüştüm. Görmüştüm derken aslında bunu biliyordum. Bana anlamsız gelebilecek zorluklara katlanmak zorunda olmadığımı, çok daha kolay yaşayabileceğim ilişkiler olduğunu biliyordum. Ama denemek istemiştim, sonunu bile bile, olacakları göre göre…
- Ve işte bu noktada kendine kızıyorsun değil mi sevgili dostum.
- Evet mon seigneur, ve bu kızgınlığımı atamıyorum da üstümden…
- Neden böyle bir durumun içine soktuğumu kendimi, anlam veremiyordum. Bana göre olmayan bir ortamda yaşamaya başlamıştım. Aslında bu da çok doğru olmadı, bakarsanız; aslında O tam da bana göreydi, ama durum hiç değildi.
- Nasıl yani burayı çok anlayamadım?
- Sanırım ben biraz daha açıklamalıyım efendim.
- İyi olur. Mesela neden O tam da sana göreydi?
- Bana göreydi, çünkü benden gençti ve enerjisi fazlaydı. Bu ilişki için önemliydi benim için… Fazla enerjim olmadığını bir ilişkiyi sürükleyecek kadar, çok iyi biliyordum. Genç olmasına karşın kültürü, kişilik yapısı, gördüğüm kadarıyla yaşının üstündeydi. Bu da başka bir artı olarak gözüküyordu benim için… Sanata ve edebiyata olan merakı da beni etkileyen unsurlardandı. Tüm bunlar uzun zaman sonra benim ilk kez böyle bir ilişkiye adım atmama yardımcı olmuştu.
Durdum, gözümün önünde canlandı o anda her şey… Ekselansları bana bakıyordu, o anı yaşamama izin verecek bir suskunluk anı oldu.
- İyi misin?
- İyiyim efendim teşekkürler…
- Peki… O zaman şimdi de neden sana göre değildi, bunu anlatacaksın sanırım bana…
- Evet… Bana göre değildi, çünkü hayattan öğrenmesi gereken çok şey vardı. Benim tüm bunları öğretebilecek tecrübem, bilgim ve donanımım vardı ama söylediğim gibi enerjim yoktu. Ve bu enerji azlığı, sıkıntıyı aşabilecekken uğraşmak için çaba göstermek yerine, bırakıp gitmeyi, uğraşmamayı getiriyordu.
- Anlıyorum sevgili dostum, zor bir durum…

O anda Mon Seigneur’ün sesi duyuldu. Bana sesleniyordu.
- Jean Luc!
Ekselansları ve ben aynı anda sesin geldiği yere döndüğümüzde, Mon Seigneur’ün reveransla eğilerek imparatoru selamlaması ile karşı karşıya kaldık. İmparator hafif başını öne eğerek selam verdi karşılığında. Ben, bana söyleneni anlamıştım, işe geri dönmem gerekiyordu. Döndüm ekselanslarının yüzüne baktım, derdimi anladığını düşünerek… Hafifçe gözlerini kapatıp açtı, tamam demek için… Normal zamanda böyle bir durumda rahatsız edildiğinde herhalde şantiye şefi, kalan hayatına benim gibi taş işçisi olarak devam ederdi. Fakat burada ekselansları misafir mahkum statüsündeydi. Yani şantiye şefi için yapabileceği bir yaptırım yoktu. O yüzden sesi çıkaramamıştı. Ama sinirinden yüzünün kızarması ve dişlerini sıkması, aklından geçenleri çok net ortaya koyuyordu.
- Au revoir monsieur…
- A bientot mon cher ami… Buralarda olacağım. Kolay gelsin size… Ve yine de kendinize çok yüklenmeyin, çünkü henüz bu konudaki sıkıntınız çok anlayabilmiş değilim. Dolayısıyla bu cezayı çekmenizi anlam verecek durumda değilim.
İçimden ben de diye düşündüm o an, ben de anlamıyorum neden bu saçma acıyı çekiyorum. Hem de hiç gerek yokken böyle bir şeye…
Bugünü takip eden birkaç gün içerisinde, Napolyon’u hiç görmemiştim. Aslında o günden sonra hiç görmedim kendisini… Orada, adada mıydı, balık tuttuğum yere gidiyor muydu, taş ocağına geliyor muydu hiç bilmiyorum. Son konuşmamızı yaptığımızın ertesi günü, Elba adasını terk ettim. Yapmam gereken tek bir şey vardı. Buraya geldiğim küçük yelkenlime binip, rüzgarın beni sürükleyeceği bir başka adaya gitmek. Belki hayatımı böyle adaları ve limanları dolaşarak geçirmek çok daha keyifli ve güzel olacaktı. Öğrendiklerim; limandaki iskelenin yeni olmasının, sağlam olduğunu göstermemesiydi, tabii eski olması da buna bir garanti değildi. İskelenin büyük ya da küçük olması da senin gemimi uzun süre barındırabileceğimin bir garantisi değildi. Bu yüzden gönlümün istediği iskeleye istediğim zaman demirleyip, istediğim zaman demir almak üzere şişirdim yelkenlerimi, rüzgarı arkama alıp… Adayı geride bırakırken, bir önceki iskeleden kalma kötü anıları da denize döküp, Adriyatik denizinin acımasız köpek balıklarına yem ettim.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

iyi şeyler için teşekkürler

Cem Üner dedi ki...

teşekkürler ama kimsiniz...